19 Kasım 2008 Çarşamba

İT ÜRÜR KERVAN YÜRÜR I

karerbaki@blogspot.com


İT ÜRÜR KERVAN YÜRÜR   (I)

1

    Interneti açtığımda çok fazla gezinti yapmam, araştırmak istediğim konular neyse onlara uygun adreslere girerim. Bazen de web sayfamı açar yayınlayacağım yazı varsa yayınlarım. Bir de günlük ulusal gazeteleri düzenli olarak takip ederim.
Arkadaşlar ısrarla bir web sayfasının hakkımda olur olmaz yazılar yayınladıklarını söylediler. Ben de ‘olur, normaldir’ diyerek her zaman ki gibi geçiştirmeye çalıştım, fakat bu sefer ısrarla, ‘Şahsına karşı hakaret var, küfür var, muhakkak okuman gerekir dediler.’Bahsedilen web adresini açtım ve okudum. Bahsedilen Alman beslemesi, gerçekten hakaret edici yazı yazmış. Bir amaç uğruna kavga yürütmekten aciz, ideolojisi ve bir politik duruşu olmayan asla da olmayacak bu ucube, terbiyesizce bir şeyler karalamış. Oysa Google’den ismimi arasaydı web sayfamı ve bloglarımı rahatca bulabilirdi, yazılarımı okuyabilirdi. Ama adamın amacı farklı; ortamı bulandırmak istediği her haliyle belli. Tipik korkakların, toplum dışına düşmüşlerin, daha doğrusu çukurda pislik içinde üremişlerin debeleniş biçimlerini sergilemekten zerre kadar terettüt etmiyor. Adam, pislikleri yıllarca içinde sindire sindire bağışıklık kazanmış.
Yurt dışına çıkalı yıllar olmuş, bir gün bile alınteriyle yaşamamış onun bunun sığıntısı ve koruması altında kemik parçaları toplamakla iştigal etmiş. Bu duruşunun da ’çok şerefli’ olduğunu ısrarla savunuyor. ‘Alınterinle yaşamı niçin tercih etmiyorsun’ sorusuyla karşılaştığında ise, hiç yüzü kızarmadan ‘Hastayım’,ya da ‘Alman devleti beni besliyor’ diyebiliyor. Onun bunun kucağına oturarak bakılmayı alışkanlık haline getirmiş... Oysa eli, ayağı sağlam; pineklediği kahve köşelerinde önüne gelenle bilek güreşi bile yapıyor. Beleşten bilet parası bulduğunda, ya da dayıları ‘Git’ dediğinde trenle yüzlerce kilometreyi katedebiliyor, gevezelik yapmak, zaman öldürmek için hergün kilometrelerce yol yürüyebiliyor. Karanlık odalarda sabahlara kadar uyumadan hiç durmaksızın çayını yudumlayıp dumanaltı oluyor.... Tüm bunlar gösteriyor ki, çalışarak çok rahat hayatını kazanabilir.
İnsan olan insan her şeyini kaybedebilir, ama kaybedemeyeceği tek bir şeyi vardır, o da, onurdur. Onurlu olmanın, başı dik olarak ayakta kalmanın ölçütü yaşamı alın teriyle kazanmadır. Bunca yıldır bir gün için bile çalıştığına dair bir ücret ya da maaş bordusu gösteremez. Yani, nereden bakılırsa bakılsın, her yönüyle karanlık güçlerin beslemesi; istihbarat-polis ve sosyal yardım kurumu üçgeninde sürdürülen onursuz bir yaşam... Uzun sözün kısası, bu zat, onurunu kaybetmiş bir kere.
İşin, mesleğin kötüsü olmaz. Temizcilik, garsonculuk, ya da bulaşıkcılık yapabilir. Hiç bir şey yapamıyorsa pazarlarda masa üzeri bir şeyler alıp satabilecek gücü var. Ama alın teriyle yaşam kazanma sözkonusu olduğunda, ‘OLMAAAZ’ diyor. Neden? Çünkü adam histeri nöbetlerine tutulmuş, illa ‘Ben de seruk olacağım’ diye tutturmuş. Şimdilik ismini ‘Xoca’, yani ‘Hoca’ ilan etmiş, eski ‘seruk’unun taktiklerini kullanarak “Seruk olacağım” diye onurunu ayaklar altına aldırmış, ortalıkta soytarıca kıvırtıp duruyor. Daha da ileri giderek ‘Kıvırtıyorum, herkes bana yardım göndersin, Eyfel’in tepesinde şarap içeyim’ diyebiliyor. Kıvırtırken, şarap için Eyfel Kulesi’ne tırmanmayı göze alırken hasta falan değil. Ama alın teriyle çalışarak yaşam idame ettirme sözkonusu olduğunda, ‘hasta!’ İşte ‘BÖYÜK HOCA’, pardon, ‘BÖYÜK XOCE’ böyle olunur. Ama yanılıyor; ‘seruk’un orijinali dururken sahtesini kim ve neden satın alsın?
Bu adı geçen süblimleşmiş mahluka, web sayfasını zenginleştirmek ve biraz daha okuyucu kitlesi bulmasına yardımcı olmak için iddialarına yanıtımı biraz daha sürdüreyim. Gördüğüm kadarıyla konu bulmakta sıkıntı içersinde zavallı. Çünkü siyasal ve ekonomik gelişmelere belli bir perspektiften bakarak yorum yapacak düzeyde beyni çalışmıyor. Bütün becerisi; çay içme, dumanaltı olma ve dedikodu... Gürültüyü çok sevdiği için sayfasında gürültü kopararak isminin önplana çıkmasına biraz daha yardımcı olayım. Keçi çobanlığından internette çatçılığa terfi ettiği için, eline biraz daha malzeme vereyim ki, köşesinde beş-altı yıl daha oyalansın.
Benimle bir görüşmeden bahsedip duruyor. Doğrudur, bu zatla görüştüm. Bana bir arkadaşım aracılığıyla haber göndermişti. Buluşmadan önce aramızda bir telefon konuşması geçti. Telefonda benimle çok acil konuşmak istediğini, ağlamaklı bir ses tonuyla ‘Zaten birkaç aylık ömrüm kaldı, geberip gideceğim’ diyerek buluşmayı ısrarla istedi. Ben de, ‘Tamam görüşeceğim’ dedim. Söz verdiğim tarihte ve satte göüşmeye gittim.
Verdiği adreste apartmanın kapısında beni karşıladı. Her zaman ki duruş ve davranış biçiminden hiç bir şey kaybetmemiş; yağcı, efendimci ve adeta yalvarışcı duruşuyla ve acındırıcı bakışıyla kapı önünde diyeliyordu. Merdivenlerden yukarı çıkarken, ‘Biliyor
musun, ben Kürt faşisti oldum, neler çektim bir bilsen, hepsini anlatacağım’ dedi. Ben de, ‘Faşist faşisttir, faşitleri milliyetine göre değerlendirme anlayışım yoktur, geçen süre içinde kendini bayağı geliştirmişsin!’ dedim. Son dönemlerde ‘Benzer tikellerin tümüller şemsiyesi altında bir araya...’ getirme çabalarına bakıldığında ‘Faşist oldum’ demesini daha iyi anlıyorum. Kandilcilerin saf kan ulus yaratma çabaları üzerinde bayağı kafa yorduğu belli.
Merdivenlerin sonuna doğru geldiğimizde ise, ‘Senden ricam arkadaşların yanında bana ismimle hitap etme, Hoca diye hitap edersen çok sevinirim.’ demesi karşısında şaşırıp kalmıştım. İstediği biçimde hitap etmem için neredeyse ayaklarıma kapanacaktı. Ben de, ‘Bir yanda feodal kuruntular, bir yanda faşistlik...’ dediğimde, yemek artıklarının sallandığı bıyıklarını oynatarak, hiç diş fırçası görmemiş, araları yediği nesnelerin kırıntılarıyla dolu dişlerinin olancasını gösterecek biçimde sırtarmaya başladı.
Nihayet bir odaya girdik, bir süre sohbet ettik. Ne kadar zaman geçti hatırlamıyorum ama su içmek için mutfağa yöneldiğimde, bu zat da beni izledi. Mutfakta ayaküstü konuşmaya, dertlerini tek tek aktarmaya başladı; ‘İyi bir aile reisi olamadım, karım beni aldatıyor, çocuklarımın ise durumları analarından beter; içinde bulundukları durumları anlatarak zamanını almak istemiyorum....’ Ben de, ‘Çok feci bir tablo çizdin, bunları anlatmanın ne yararı var bilmiyorum. Aile içi sorunların konusunda söyliyecek birşeyim yok’ diyerek tekrar odaya döndüm.
Zaman epeyce ilerlemişti, sanıyorum saatler 03’ü gösteriyordu, uyumaya başladık. Daha sabah şafağı atmamıştı ki, beni uyandırdı. Büyük bir sabırsızlıkla konuşmaya başladı; ‘Ben örgütten ayrıldım ama aslında satrateji ve taktikler doğruydu, sadece liderde hata vardı.’ däye epey geveleyip durdu. Eninde sonunda ondan beklediğim bir yaklaşımdı. Devamla, ‘Basın-yayın sorumluluğundan beni alması haksızlıktı, beni bu görevden almasaydı, canla başla çalışmaya devam ederdim.’ Gayet sesiz, hiç müdahalede bulunmadan, konuşmasını bitirmesini bekledim. Sonunda, ‘Stratejisi ve taktiklerini doğru bulduğun örgütten ne diye ayrıldın, o kadar çok istiyorsan geri dön ve lider sen ol’ dediğimde, büyük bir huşu içinde kirli bıyıklarını dişlerinin arasına alarak kemirmeye başladı.
Artık sıkılmaya başlamıştım. Konuşmayı bitirmek için uygun bir yöntem arıyordum. Durumunu iyice kavramıştım. Bayın, içinde ‘mevki’, ‘kariyer’ kavgası verdiği yapının nasıl bir yapı olduğu yönündeki görüşlerimi kısaca dile getirdiğimde, büyük bir tepkiyle karşılaştım. ‘Hayır, yürütülen mücadelenin doğru olduğuna inanıyorum, şimdi bile beni Avrupa’da gazetelerinin sorumluluğuna getirseler arkama bakmadan koşa koşa giderim...’ yönlü nara atmaya başladı ve bir türlü unutamadığı liderinin savunucusu konumuna geldi. Tam bu noktada, ‘Seni buraya kim gönderdi’ diye bir soru yönelttim: Birden kıpkırmızı kesildi; açığa çıkmışlığın verdiği tedirginliği yüzüne yansıtamamazlık yapamadı. Daha fazla kalmanın gereksizliğini düşünerek, evden ayrıldım.
Onun bunun kapısında yaptığı uşaklığa bakmadan, bu buluşmayı yıllardır yalanlarıyla allandırıp pullandırıp yazıp çizmiş ve halen de devam ediyor. Karanlık güçlerin ellerinde oyuncak olmuş bir kere, istese de geriye dönüş yapamaz. Son günlerde özenti duyduğu, bir türlü unutamadığı liderinin yükünü hafifletme çabalarına yeni bir ivme kazandırmış görünüyor; Küçük ve çetesinin Almanya temsilciliğine soyunmuş. Dayandığı Alman ağaları böyle emir buyurmuş. Alın teriyle bir gün bile yaşam sürdürmemenin sonucunun böyle olacağı belliydi.
Bu arada o kadar enerjisi var ki, ailesinin içinde bulunduğu konumu hatırlatırcasına, çöpçatanlığı ek meslek edinmiş. Karısı için yaptığı çöpçatanlıktan epeyce tecrübe edinmiş olacak ki, yeni kariyerinde epeyce ilerlemiş... Ek gelir kaynağı da olsa, kendine en yakışan bir mesleği! daha bulmuş. Ne diyeyim, hayırlı olsun!..
Bu soytarının bir kaç gün değil, beş altı yıl daha oyalanması, daha doğrusu iyi kıvırtabilmesi için biraz daha sahasını genişletmek gerekiyor: ‘Sütten çıkmış tek kaşık benim!’ diye orada burada boy gösterip duruyor. Ne de olsa tırşıkçı, hem de Alman tırşıkçısı. Tırşıkçılıkta yaptığı terfiyi büyük bir meziyet olarak gördüğü için, herkesi ‘Hain ve işbirlikçi...’ ilan ediyor. Daha doğrusu Şefine yaranmak ve hȃlen izinde olduğunu kanıtlamak için elinden gelen her çabayı yürütüyor. Ola ki, bir gün geri çağırırlar ve ‘Gazetelerin başına geç’ diyebilirler... Bu umutla Esat Oktay’ın CO’su gibi sağa sola saldırıyor.
Yakalandığında ‘Kaçakçıyım’ diyerek kurtulmuş! Bu nedenle de ne kadar ‘zeki’ olduğunu anlata anlata bitiremiyor; ‘Devleti kandırdım’ diyor. Başlı başına irdelenmesi gereken bir konu ama şimdilik bir tarafa bırakalım.
Metruk köşelerin ucubesi bu zat, Mehmet Şenel’in öldürülmesi için bir dönemler nasıl bir çaba içinde olduğunu herkes bilir. ‘Şenel’in görevini sana vereceğiz’ vaadini alır almaz Şam’a nasıl koştuğunu çok iyi biliyoruz. Sadece bu kadar değil; Şam’a varır varmaz ilk işlerinden biri, Şener’in katledilmesi için oluşturulan ekibe şefiyle birlikte karar vermesidir. Elinde tabanca Mardin’de KUK’cu kovaladığı, Nuseybin’de Batman’da silah zoruyla köylülerin cüzdanlarını soyduğu dönemden edindiği tecrübelerini konuşturmaya başlar. Şenerin ölüm haberi geldiğinde de sevincinden sarhoş olur. Mehmet Şener’in katledilme haberini alır almaz büyük bir şevk ve heyacan içinde verilen her görevi kabul eder ve gönül rahatlığıyla yeni tertipler için kolları sıvar.
İstanbul’a gelir gelmez ilk iş olarak sıgara kaçakçılığına el atmak olur. Ama bu konuda doğruyu söylemek gerekirse, başarılı da olur. Sıgara kaçakçılığından büyük vurgunlar vurur, hem örgütünü hem de kendini ihya eder. Bursa ve Van mafyalarıyla ‘sağlam’ ilişkiler geliştirir. Xoce’nın sıgaradan, özellikle de Marlboro sıgarasından elde ettiği vurgunlarla öylesine iştahı açılır ki, örgütüne sayfalar dolusu raporlarla esrar ve eroin kaçakçılığına da el atacağını bildirir. Sonuçta bu önerisi de kabul edilir. Özellikle Van’lı mafya grubuyla İstanbul-Almanya arası esrar-eroin trafiğini kontrol etmeye başlar. Bu konuda öylesine sınır tanımamazlık yapar ki, karşı çıkan herkesi Bekaa’nın da desteğini alarak tek tek tasfiye eder.
Süblimleşmiş bu zatın yediği herzeler bu kadarla kalmıyor. İstanbul’da kurduğu güçlü! bağlantılar sayesinde terfi ederek bir süre sonra ver elini Almanya der. Evet, Almanya’ya geldikten sonraki icraatları da başlıbaşına irdelenmesi gereken bir nokta. Ama şimdilik bu kadar yeter. Malum Xoce’nin kısa da olsa gerçek potresi böyledir. Yeni türeme Esat Oktay CO’larına ayıracak fazla zamanım yok.
BAKİ KARER
15.10.2008





16 Eylül 2008 Salı

Demokrası Sorunu

TÜRKİYE’DE DEMOKRASİ SORUNU


Türkiye, neredeyse yüzelli yılı aşkın bir süredir demokrasi ve Avrupalılaşma mücadelesi vermekte. Gelinen bugünkü noktadan geriye bakıldığında, fazla bir aşamanın katedilmediği görülecektir. Devlet, yasalarıyla, hukuk sistemiyle parlemento ve diğer kurum ve kuruluşlarıyla, genel olarak örgütlenme biçimiyle, İttihat Terakki döneminden çok fazla ileri bir adım atamamıştır. İttihat Terakki anlayışından ve geleneğinden sıyrılmış siyasal bir yapılanma içine girilememiştir. Elit bir kesimin ihtiyaçlarına cevap veren, halktan korkan, halka dayalı örgütlü bir yapı geliştirmekten çekinen, iktidara gelmekle gelmemek arasında bocalayan ülkemizin burjuva partileri, ister sağda yer alsın, ister solda yer alsın, İttihat Terakki geleneğinden kopmuş değillerdir. Bu noktada Cumhuriyetin genç oluşu bahane edilemez. Varlık nedenini halka dayandırmayan, halka rağmen siyaset yapmayı temel alan siyasal partilerin, sağlıklı bir örgütsel yapıya kavuşamama gibi nedenler öne sürme hakları yoktur. Türkiye’de devlet erkini elinde bulunduranlar, halkın ihtiyaçlarına uygun politika şekillendirmeyi temel almamış, daha çok dış güçlerin çıkarlarına göre veya onlardan gelen baskılarla politika belirlemişlerdir. Nasıl İstanbul, İzmir ve Akara burjuvalarının ekonomik ve sosyal yaşam standartlarına cevap veren bir üretim ve ithal politikası ekonomik şekillenmede temel alınmışsa, siyasette de aynı durum geçerlidir diyebiliriz.
Dönemin yönetiminden hoşnutsuz kitleri etrafında örgütleyen İttihat ve Terakki, aslında yönetime gelmeyi istemiyordu. Daha doğrusu yönetmeye cesaret etmiyordu. Bunun bir nedeni, eski yapının çok güçlülüğünün yanısıra, kitleleri etrafında örgütlerken verdiği vaadleri yerine getirmekte samimi olmamasıdır. Eskiye karşı olması aslında sınırlıdır. Yönetimi devirme amacı taşımıyor, yönetimle anlaşarak, birlik içinde bir takım refomlarla iyileşmeler sağlamadan yanaydı. Bu tavırlarıyla kitlelerin yönetime karşı tepkisini firenleyen bir güç olmuştur. İttihatcıların tüm çabası, bürokraside biraz daha etkili olmadır. İkinci meşrutiyet ilan edildiğinde iktidar olma olanakları varken, bunu kabul etmemeleri esas olarak onları öne süren kitle gücünden korkmalarıdır. 1908’de ikinci meşrutiyetin ilanıyla birlikte valiliklerin basılmasına kadar giden küçük boyutlu köylü ayaklanmaları dahi onları olabildiğince korkutmaya yetmiştir. Ürkek ve korkaklıklarını zaman zaman o kadar gizleyemez hale geldiler ki, patişahın önceleri kısıtlanmış yetkilerini tekrar geri vermeye kadar gidebildiler. Kitlelerin sesi, radikal bir muhalefet gücü olma iddiasıyla ortaya çıkan İttihatcılar, hilafetin ve saltanatın kurtuluşu için ne tür serüvenlere atıldığı bilinmekte. Engels’in deyimiyle, “eskinin içinden çıkmış” bir güçten farklı bir tavır göstermesi beklenilemezdi.
Burjuva hareketinin ilk temsilcisi olarak İttihat ve Terakki hareketinin ortaya çıkış koşulları, içe ve dışa yönelik politikası incelendiğinde, bazı kesimlerce öne sürüldüğü gibi, pek öyle yenilikci ve ilerlemeyi temsil etmedikleri görülecektir. İttihatçılar, İmparatorluk içinde henüz gelişmekte olan burjuvazinin temsilcileri olarak mevcut yönetimi yıkmak için ortaya çıkmadıkları bir gerçektir. Anadolu’da köylü ayaklanmalarının yaygınlaştığı, özellikle Balkanlar’da İmparatorluğun toprak kaybına uğradığı vb.elverişli koşullarda ortaya çıkmış olmalarına karşın, kendilerinden beklenen radikalliği gösteremediler. Yönetimle işbirliği içinde, daha doğrusu feodal bürokrasiyle ittifak içinde İmparatorluğu yeniden toparlamayı, azınlık milliyetlerin ayaklanmalarını ve çıkış koşullarında destek aldıkları köylü hareketlerini şiddetle bastırmayı temel aldılar. İmparatorluğun emperyalist güçler tarafından haraca bağlanmış olmasına karşın, emperyalizme karşı bir tavır geliştirme yerine, efendiler içinde efendi seçme durumları vardır. Yani feodalizmle savaşım içinde şekillenmeyen, saltanat ve emperyalizmle işbirliği içinde şekillenen bir bujuvazinin temsilcileridirler. Sonuçta feodal devleti kurtarıp içinde palazlanmayı temel alan bir burjuva hareketidir. Devrimci değil, eskiyle uzlaşmacı ve işbirlikçidir.
Türkiye’de burjuvazinin gelişim sürecini ve dönemlere göre uygulamalarını ele alırken, Ulusal Kutuluş Mücadelesi dönemi en önemli dönüm noktasını oluşturur. Burada daha çok 1940-1960’lar arasına değinmekte yarar var.
Burjuvazisinin 1940-1960’lar arası uygulamaları hiçte İttihatçı dönemden farklı değildir. Kendine güvensizliğin, korkaklığın, büyük güçlere yarenliğin hiç sakınılmadan sergilendiği yıllardır. İkinci emperyalist paylaşım savaşının ilk yıllarında hangi tarafın ağır basacağı belli olmadığından, ilk anda güçlü olandan, yani Almanya’dan yana sinsi bir eğilim vardır. Ülke içine yönelik politikada bu tavır daha belirgindir. Burjuvazinin bazı kanatlarında faşist ideolojiye içten içe bir sempatinin beslenmesi sözkonusudur. 1945’e gelindiğinde her ne hikmetse Türkçülüğün bir kez daha hatırlanmaya başlaması hiçte ilginç değildir. Devam eden savaş bahanesiyle halk yığınları üzerinde acımasız sömürü ve baskı hat safhaya vardırılmıştı. Bilim, sanat, genel olarak aydınlar üzerinde baskılar çok acımasız sürekli kılındı. En fazla köylüden bahsedildiği ama en fazla da köylünün ve işçi sınıfının baskı altına alındığı, buna karşın, feodallerin korunduğu, açgözlü burjuvazinin en çok talan yaptığı bir dönemden sonra, düzende birtakım sorunların ortaya çıkacağı biliniyordu. Bu nedenle ne pahasına olursa olsun düzenin devamı düşünülerek sözümona “demokrasiye geçiş”adı altında Demokrat Parti’nin kurulmasına şiddetle tavır alınmadı. Geçmişte Terakki Perver örneğini dikkate alan Demokrat Parti, başlarda düzenle çelişki içinde olmamaya dikkat etti. Aslında iktidar, yani CHP, Demokrat Parti muhalefetinin yeni koşullarda bir boşluk doldurduğunu kabul etmekteydi. Böylece çok partili sisteme yumuşak bir geçiş sağlandı. Aynı zamanda kitlelerin yönetime karşı tepkisi de düzen sınırları içinde tutulmuş oldu. Çok partili döneme geçişte iç sorunlar kadar uluslararsı gelişmeler de etkili oldu.
İkinci paylaşım savaşına girilmemiş olunması elbette olumdur. Bunda eleştirilecek hiçbir yan yoktur. Ama savaştan sonrada kendine olmadık korkular yaratarak, yarattığı korkuların akışına kapılması ise korkunçtur. SSCB’nin savaştan güçlü çıkmasından korkulacak bir yan yoktu. Aslında ‘komünizm yayılmacılığı’ bahana edilerek yeni dünya düzeninde emperyalizme yaranma manevraları yapılmıştır. Esas korkulan ABD ve İngiltere olmasına karşın, bilinçli olarak SSCB gösterilmiştir. SSCB, emperyalist güçlere yaranmanın bir taktik gereği bahane edilmiş, Türkiye’yi her an işgal edecek bir güç olarak hedef alınmıştır. İngiltere ve ABD’nin savaş sonrasında Ortadoğu’ da bir düzenlemeye gitmelerinden korkulmaktadır. Bu nedenle İngiliz ve Fransız sömürgecilerine karşı gelişen ayaklanmalara, bağımsızlık mücadelelerine destek vermeye yanaşmamıştır. Savaş sonrasında birden ABD’ci, NATO’cu kesilmenin bir nedeni de, duyulan bu korkudandır.
Demokrat Parti’nin iktidara gelmesi, ‘demokrasinin yerleşmesi’ olarak görülmekte. Bu bir yutturmacadan ibaret. Cumhuriyetin, laikliğin din ve devlet ilişkilerinin birbirinden ayrılması mantığına indirgenmesi ne ise, Demokrat Partinin kurulmasıyla ve iktidar olmasıyla “demokrasi sağlandı” mantığı da aynıdır. Demokrat Parti’nin gelmesiyle aşarın kaldırılması ve jandarma dipciğinin hafifletilmesi vb. uygulamar elbette ileriye yönelik adımlardı. Ama 1950’lerde ‘demokrasiye geçildi’ iddiası oldukça abartılıdır. Ama abartılı olmayan bir şey var ki, o da, savaş sonrası dünya koşullarında, Demokrat Parti iktidarıyla,Türkiye’nin emperyalist-kapitalist sistem içinde yerinin sağlama alınmasıdır.
1960’lara gelindiğinde, 27 Mayıs darbesiyle yeni bir dönem açılmıştır. 60’lı yılların geçmiş yıllardan, veya dönemlerden farklı bir özelliği, köylü toplum olma özelliklerinin önemli ölçüde aşınmaya başlamasıdır. İşçi sınıfı Ulusal Kurtuluş döneminde ve sonrasını izleyen otuzlu ve kırklı yıllarda da vardı. Ama varolma başlıbaşına bir yeterliliği taşımıyor. Bu dönem, özellikle işçi sınıfının uzun yılların baskı ve uyuşukluğunu üzerinden attığı yıllardır.
Aynı durum aydınlar için de geçerlidir. Piyano çalıp Fransızca konuşmayı ve daha çok bir hobi olarak tuale çizik atmayı aydın olmanın bir ölçütü olarak görüp herkese üstten bakan, bir yandan da “devrimci” olduğunu iddia eden veya bu tiplerle bir anlamda paralellik taşıyan; İstanbul sokaklarında Anadolu köylüsü hasreti çeken, ‘köylüleşme’yi bir marifet kabul eden aydın tiplerinin aşıldığı bir dönemdir. Aslında 1930’lu ve 1940’lı yıllarda, sosyalist ideoloji, Türkiye’de elit bir kesimle sınırlı kalmıştır. Bu yıllarada sosyalizm, metrepol kentlerinin kahve köşelerinde fısıldı biçiminde tartışılan bir ideoloji idi. Artık 1960’lardan itibaren halka inen, halkla bütünleşen, halkı için önsıralarda kavga veren aydın vardır.
Ama köylülük için aynı şeyleri söyliyemeyiz. Kırsal alan önemli ölçüde uyuşukluğunu sürdürmüştür. Birtakım kıpırdanmalarda bulunmuştur, ama bunlar yeterli düzeyde olmamıştır. Birkaç bölgede yapılan toprak işgallerini çok fazla abartmaya gerek yoktur. Bunları genelde köylülüğün isyanları olarak değerlendirme gerçekci bir tutum olmaz. Fakat yüzyıllarca uyutulduğu mistizmden kurtulmanın çabası görülmüştür. Yine de 60’lı yıllar, düzene karşı mümkün olan en geniş katılımlı, örgütlü direnişin geliştiği yıllar diyebiliriz. Bir başkaldırı, aydınlanma hareketi oluşmuştur.
Ve bu dönemde,diğer önemli bir gelişme, burjuvazinin en korkulu rüyası, Doğu ve G.Doğu’nun Ortaçağ uyuşukluğundan sıyrılmaya başlamasıdır. “Dağlık,” “verimsiz” bahanesiyle çağın ekonomik ve sosyal gelişmelerinden uzak tutulmaya çalışılmış Kürt halkı, hiçte küçümsenmiyecek bir uyanışa sahne olmuştur. Egemen güçler bu uyanıştan müthiş korkmuştur. Doğusuyla Batısıyla işçi sınıfının direnişi yeni bir korku yaratmıştır. Bu nedenledir ki MHP, duyulan korkuyu terörle önlemenin bir süpabı olarak öne sürülmüştür. Burjuvazi her zamanki sinsiliğiyle arkada durarak kuklaları aracılığıyla estirdiği terörle işçi sınıfına gözdağı vermeye başlamıştır. Ama bir gerçeği kabul etmek zorunda kalmıştır; hiçbir şey eskisi gibi değil. Artık bu belirlemenin ışığı altında taktiklerini geliştirmeye başlamıştır.
1970’lere gelindiğinde, burjuvazi istediği gibi hareket edemiyordu; işçi sınıfı ve geniş emekçi yınların üzerinde alışık olduğu saltanatı sürdüremiyordu. Burjuvazi, her ne kadar alışık olduğu biçimiyle “kökü dışarda” teranaleriyle kitleleri uyutmaya kalkışmışsa da, bu sefer, gerçekte kökü içte olan ciddi bir engelle karşıkarşıya kalmıştı. Bu nedenle 12 Mart hareketi, ‘dışarıdan’ esen rüzgarlara karşı durmak için değil, içten esen rüzgara karşı durmak için yapıldı. Ama aynı zamanda kendi içindeki dalgalanmaya da bir son vermek istiyordu.
12 Mart engeli, emekçi kitlelerin kabaran, her geçen gün yükselen mücadelesinin önüne geçemedi. 70’li yıllar burjuvaziye karşı mücadelenin en geniş yüzeye yayıldığı yıllar oldu. Tüm böylesi olumlu gelişmelere rağmen, solda çok ciddi olumsuzluklar da vardı: 70’in sol hareketi, ağırlıklı olarak geçmişe bir tepki biçiminde doğdu. 60’lı yılların olumlu mirası, deney ve tecrübeleri üzerinde daha emin adımlarla hareket etmesi gerekirken, kendini adeta bir “red cephesi” biçiminde ortaya koydu. Yani, egemen güçlere karşı durmayla, sol içindeki olumsuzlukları eleştirme birbirine karıştırıldı. Nitekim 70’li dönemin karakteristik bir özelliği de buydu. Özellikle çok soyut slogancılık önplana çıkartılarak, geçmişin mirası olduğu gibi red edildi. Bu arada halk adına yola çıktığını iddia eden ‘sol’ görünümlü terörist grupların işçi sınıfı mücadelesine ağır darbeler vurmaları ve egemen güçlere çok büyük hizmette bulunmaları dönemin bir başka sorunuydu.
Sinik, yaratıcılıktan uzak, boşlukların, ara dönemlerin doğurduğu ve palazlandırdığı burjuvazi, çıkışı yine şiddette buldu. “Cumhuriyeti, laikliği koruma” adına 12 Eylül, tüm emekçi yığınların başına bir balyoz gibi indirildi. 80’li yılların ağır baskı koşullarından geçilerek 90’lı yıllara gelindiğinde egemen burjuvazinin aldığı ve uyguladığı tedbirlerin geçersizliği daha net biçimde kendini gösterdi. Baskı ve şiddet politikası “parlementer rejim” görüntüsünde sürdürüldü.
Cunta koşullarında “demokrasi ve özgürlük” diye bağırıp çığıranlar, örtülenmiş baskı ve şiddet politikasını yönetimleri altında sürdürme fırsatı bulduklarında patlayıncaya kadar yemede yarışmaya başladılar. 1993’e gelindiğinde, üstelik ‘sosyal-demokrat’ partinin de iktidara ortak olduğu dönemde, 12 Eylül cuntasının uygulamaları adeta ‘sivil’ iktidarlarca yürütülür hale gelmişti; yürekli aydınların kurşuna dizilmeleri, sayısız “faili meçhul” cinayatler daha bir boyut kazandı. “Sosyal demokratım” diye bağıranlar, çalışanların sendikalaşma, toplu sözleşme vb. haklarını işitmek bile istemiyorlardı. Cuntanın getirdiği Anayasa ve yasaları olduğu gibi korumaya özen gösterdiler. Cumhuriyet Halk Partisi, Demokratik Sol Parti, Doğru Yol, Ana Vatan ve Refah Partisi bu konularda aralarında adeta bir konsessus oluşturdular. Korkaklıklarını ve acizliklerini gizleyemez oldular.Tüm sorunların‘çözümünde’ya da ertelenmesinde kullanılacak sihirli değnek, daha bir açıktan kullanılmaya başlandı; ‘dağda terörist var!’ Öylesine bir atmosfer yaratılmıştı ki, kimse, ‘dağdaki teröristin kumandası kimde’ diye soramıyordu, sormaya cesaret edenler de susturuluyordu.
Bujuvazi, sağı ve sosyal-demokratıyla özellikle 90’lı yıllarda ayyuka çıkardığı “vatan elden gidiyor” teranesine sarılarak güçlenmeyi yeğledi. Bu teraneyle hem kendi içindeki çelişkileri küllendirmeye çalıştı ve hem de emekçi yığınlar üzerinde sömürüsünü gizlemeye çalıştı. 90’lı yılların başından bugüne kadarki geçen dönemi, Cumhuriyet tarihi boyunca burjuvazinin en fazla sahte kahramanlık peşinde koştuğu bir dönem olarak kabul edilmelidir. Küreselleşmenin en fazla hız kazandığı bir dönemde, burjuvazinin kendini sahte zaferlerle güçlendirmeye yönelmesi, Osmanlı’nın halkta aydınlanmanın önüne geçmek için, matbanın kurulmasına karşı çıkma ilkelliğiyle eşdeğerlidir. Dünyanın küçüldüğü, dünya halkları arasında kültür alış verişinin zirveye ulaştığı, yine bilim ve teknolojide harikalar yaratıldığı bir dönemde, egemen güçlerimizin kulaklarımızı sağır edercesine kahramalık marşlarıyla kitlelerde milliyetçi duyguları körüklemesi, birkaç yıl sonra adım atacağımız 21’ci yüzyıl gerçeğine ters düşmesinin açık örneğidir. Çağı yakalama çabası olmayan veya çağı yakalamada geç kalmış bu bujuvazi, yeni bir yüzyılın eşiğine gelmenin verdiği kuşku ve korkuyu en açık biçimiyle bu yıllarda yaşamıştır. Ama bir taraftan da ayıbının bilincinde oluşunun tereddütlerini taşımaktadır. Bir yandan olabildiğince Türk milliyetçiliği körüklenirken, bir yandan da Avrupa topluluğunun üyesi olmak için çırpınma, ikircimli davranışın tipik bir örneğidir. Adeta yabancı güçlerce işgale uğramış bir ülke edasıyla milliyetçiliğin geliştirilmesi, uygarlık adına bir realitenin inkârı ve modern çağımızda işlenen büyük bir ayıptır. Bu aybı sorgulayan düncelerin önüne şiddetle set çekme ise bir suçtur. İşte işlenen bu aybı örtülemek için düşünme halen suç sayılmakta, tutuklamalar ve takipler günlük yaşamın bir parçası haline getirilmekte. En acı yan ise; burjuvazinin “vatan savunması”nı kendi eliyle yarattığı bir terör gücüne karşı yapmasıdır. Düşünmenin en ağır suç sayılmaya devam edilmesinin bir nedeni de budur. Ülkemizde her zaman olduğu gibi, bugün de sorgulanmaktan korkan bir burjuvazi vardır. Burjuvazi, yığınların bu gerçeği görmesinden korkmaktadır.
Bugün Türkiye’nin geleceğini karartacak en büyük tehlike, estirilen Türk milliyetçiliğidir. Devlet yetkililerinin alışık olduğumuz demeçleri bir yana, burjuva basınının neredeyse her satır başı ve televizyonların haber, yorum ve daha birçok proğramları Ermeni ve Rum’a küfürle başlamakta, Kürt kafasının ezilmesinin vurgulanmasıyla son bulmakta. Eğer vatan bölücülüğü yapılıyorsa,bunu yapan Türk milliyetçiliğidir. “Vatan bütünlüğü” adına toplumda kin ve nefret geliştirilmektedir. İlginç olan bir yan da, ulus olduğunu ve ulusal bir devlet kurduğunu iddia edenlerin böylesine azgın bir milliyetçilik geliştirmeye yönelmesidir. Oysa milliyetçilik ulus öncesi bir akımdır ve o dönemde siyasi ve sosyal yapının ileriye doğru gelişmesinde ilerici rol oynadığı da bir gerçektir. Artık ulus aşamasında bu anlayış marjinal bir eğilim halinde varlğını sürdürür. Bir yanda “çağdaş, demokratik Cumhuriyet” olduğunu iddia edeceksin, bir yandan da milliyetçilik uğruna yapmadığını bırakmayacaksın…Bu korkunç ikiyüzlülüğe her gün şahit oluyoruz.
Ama bu yönlü politikalarla daha uzun süre devam edilemeyeceği ortadadır. Gelinen nokta bir tıkanmayı ifade etmektedir. Uluslararası alanda olduğu kadar ülke içi ekonomik ve siyasal gelişmeler yeni bir döneme geçişi zorunlu kılmaktadır. Birçok alanda bunun işaretleri şimdiden görülmeye başlanmıştır. Ağır aksak olsa da süreci normalleştirmeye yönelik bazı adımların atıldığını görüyoruz. Demokratikleşme yönünde atılacak adımlarda ne oranda ileriye gidileceğini tahmin etme zor olsa da, susuturmayla, tutuklamalarla ve milliyetçi nutuklarla daha fazla yol alınamayacağı fark edilmiştir. Elbette bunda etkili olan bir neden de Anadolu burjuvazisinin yavaş yavaş yükselme trendine girmiş olmasıdır. Artık İstanbul burjuvazisini temsil eden TÜSIAD’ın kendini eskiden olduğu gibi rahat hissetmemesi biraz da bu nedenledir. İstanbul burjuvazisinin artık daha fazla sivilleşmeden, yani demokratikleşmeden yana kayış göstermesini Anadolu’dan kaynaklanacak muhtemel engeli aşma ile bağlantılı olduğunu iddia edebiliriz.
Türkiye’de burjuvazinin demokratik açılımlardan yana olmasının bir nedeni de, 80’li ve 90’lı yıllarda baskı ve şiddet politikasıyla elde ettiği sermaye gücünün artık devleti yönetecek ve yönlendirecek düzeyde bulunduğu düşüncesinden kaynaklanmaktadır. Kalıplaşmış taktiklere “Büyük Türkiye” rolü oynama olanağı yoktur. Burjuvazi bu düzeye gelmenin ne pahasına gerçekleştiğinin bilincindedirler. Bu koşulları daha uzun sürdüremenin kendileri açısından tehlikeli sonuçlara yolaçacağını bilmekteler. Açların sokağa döküleceği korkusunun yaşanmadığını söyliyemeyiz. Açıkcası, ‘donsuzlar’ın her an sokağa çıkacağından çekinilmektedir.
Artık Türkiye’de egemen güçler, gerek emekçi yığınların tepkilerini dikkate almak ve gerekse kendi iç çelişkilerine günümüz dünya koşullarına uygun çözümler bulmak zorundalar. Günümüz koşullarında kitlelerin demokratik, ekonomik ve sosyal istemlerini şiddet politikasıyla bastırma olanaklı değildir. SSCB’nin varlığı döneminde sosyalist sistem bahane edilerek, başta ABD olmak üzere, emperyalist güçler, çıkarlarının tehlikeye düştüğü ülkelerde faşist askeri darbeler düzenliyor ve bunların yaşatılması için de her türlü desteği sunuyorlardı. İkinci paylaşım savaşından sonra, sosyalist sisteme karşı emperyalist-kapitalist sistemin güçlü görünmesi adına, Avrupa’nın göbeğinde İspanya ve Portekiz faşist diktatörlükleri kırk yıl boyunca ayakta kalabilmişti. Özellikle Latin Amerika ülkelerinde faşist diktatörlükler inşa edilmiş ve yıllarca yaşatılmıştır. Ülkemizde de her on yılda bir askeri diktatörlükler gelenek haline dönüştürülmek üzereydi. Üstelik tüm bunlar “demokrasiyi”, ”hür dünyayı koruma” adına yapılmıştı. Ama günümüzde emperyalist sistemin elinde artık bu gerekçeler kalmamıştır. Elbette bunlar ABD ve Batı Avrupa güçlerinin dünya pazarlarını bölüşümü kavgasından geri durdukları anlamına gelmemektedir. Bugün bölüşüm çok farklı bir biçimde ve daha vahşi yöntemlerle yapılmaktadır. Körfez bölgesinde, Yogoslavya’da ve Kafkaslar’da yaşananlar, Emperyalist güçler arasında pazar bölüşümünün doğurduğu sonuçlardır.
Açıkcası, Türkiye’de burjuvazi darbelerle, darbe tehditleriyle yol alınamayacağının farkına varmıştır. Dünya çapında ekonomik koşulların bilincindeler ve sermaye gücünün aldığı yeni biçimi görmekteler. Sosyalist sistemin çöküşüyle birlikte ABD ve sanayileşmiş diğer ülkeler için muazzam aç bir pazar oluşmuş durumdadır. Bugün sermayenin daha bir globelleşmesi sözkonusudur. Sanayi ve finans tekelleri hiçbir sınır tanımaksızın yeni aç olan pazarları yutmak için birbirleriyle kıyasıya rekabet etmektedirler. Sermayelerini daha fazla sermaye katmak için ülkelere istedikleri ekonomik düzenlemeleri dayatmaktadırlar. Kredi olanaklarıyla geri kalmış ve gelişmekte olan ülkelere yön verebilmekteler. Globelleşen sermaye az da olsa bölüşmeden yana değildir. Uluslararası finans ve ticari kartellerin yaptıkları ticaretin dünya ekonomik hacminin üstünde olması ne kadar acımasız olduklarının bir göstergesidir. 90’lı yılların başından bu yana sermaye açısından yaşanılanları, bir anlamda kapitalizmin kendini besleme, geliştirme kaynaklarının arttığı biçiminde de değerlendirebiliriz. SSCB’nin yıkılışıyla birlikte açılan yeni pazar olnakları kapitalizme muazzam güç katmıştır. Sahnede tek başlarına kalmanın verdiği cesaret ve güven vardır. Oyunlar tek taraflı oynandığından, istedikleri düzenlemeleri yapmayanları bir anda iflasa sürüklemede tereddüt etmemektedirler.
Türkiye’ye bügüne kadar şamar atılmaması bizleri hiçte şaşırtmamalı. Balkanlar’da ve Kafkaslar’da köşe taşlarını yerine oturtma süreci yaşanmaktadır. Hatta Irak’ın konumundan ve Filistin sorununun henüz tam anlamıyla çözüme ulaşmamış olmasından dolayı aynı süreç Ortadoğu için de geçerlidir. Yani bu bölgelerde SSCB’nin yıkılmasından bu yana bir geçiş süreci yaşanmaktadır. Türkiye, bu geçiş sürecinde yapılacak düzenlemelerde aynı zamanda bir denge rolü oynamaktadır. İflasdan kurtulmasında oynadığı bu ‘denge’ rolünün önemli payı vardır. Oynadığı role karşı Türkiye’ye verilen destek veya hediye, ‘iflas ettirilmemedir.’ Piyasada dönen kara paradan alınan güç ve ticaretin neredeyse yarıya yakın bir kısmının Avrupa ülkeleriyle yapılması ve yüksek faiz politikası daha çok tali planda yer alan nedenlerdir. Yoksa dev sanayi ve finans kuruluşlarının ABD ve Avrupa ülkelerinin iç pazarlarında bile ne kadar acımasız davrandığı bilinmekte. Daha 90’lı yıllara kadar özellikle Batı Avrupa ülkelerinde çalışanların ekonomik ve sosyal yaşam standartları yükselirken, bügün aynı durum geçerli değildir. İşsizlik Avrupa’nın en büyük sorunu haline gelmiştir. Avrupa’da geçmişte işverenlerle çalışanlar arasında bir konsensusdan bahsediliyordu, fakat bügün bu, işverenler tarafından tek taraflı bozulmuş durumdadır. Daha üstün teknikle, daha dar yatırım ama daha çok kâr t emel alınmış durumdadır. Bu yönlü uygulamara baktığımızda Türkiye’ye verilen zaman, kara kaşa kara göze verilmiş değildir.
Sermaya transferinin akıl almaz boyutlara ulaştı günümüzde, sermaye gittiği her yerde siyasal istikrar istemektedir. Her yönüyle en kısa zamanda, en kısa yoldan rahat bir ortamda yüksek kâr peşinde koşmakta. Türkiye’de sermaye çevreleri, düyanın değişen bu koşullarını dikkate almak zorundadır.
Artık Türk burjuvazisi de ulaştığı bugünkü seviyede ekonomik ve sosyal alanlarda restorasyon dönemine girilmesinden bir sakınca duymamakta. Son yirmi yıllık acımasız sömürüsüyle önemli oranda sermaye birikimi sağladığından, toplumda açılan yaraların bir nebzecik sarılmasından, dolayısıyla istikrardan yana tavır almaktadır. Türk burjuvazisi de artık ülke dışına taşmaya başlamış, Balkanlar’da ve Kafkaslar’da şimdiden önemli sayılabilecek yatırımlara yönelmiştir. Hatta Kafkasya ve Avrasya’da Türk devletlerine küçümsenmiyecek sermaye ihraçlarına başlamışlardır. Devletin yeniden yapılanmasından serbest pazar kurallarının sonuna kadar uygulanmasından yana tavır almakta. Kendi içindeki rekabeti de serbest pazar kurallarına göre yürütmekten yanadır. Sanayici bujuvazi özellikle bunu dayatmaktadır.
Bunlar ve benzeri nedenlerden dolayı Türkiye’de darbe yapılmasına ihtimal verilemez. Darbe, Türkiye’nin yeni dönemde oynadığı ‘geçiş köprüsü’ rolüne, yani uluslararası dengelere ters düşer. Muhtemel bir darbe hareketi “ön karakolluk” göreviyle “geçiş köprüsü” görevinin birbirine karıştırılması olur ki, bu da, egemen güçler açısından felaket demektir. Direkt bir müdahale yerine, 90’lı yılların başından buyana süregeldiği gibi, Milli Güvenlik Kurulu kararlarıyla veya Genel Kurmay Başkanı ve kuvvet komutanlarının zaman zaman çeşitli biçimlerde müdahaleleriyle devlet yönetimi götürülmeye çalışılacaktır. Resteraston dönemi daha çok bu biçimde aşılmaya çalışılacaktır.
Bu koşullarda sol muhalefete önemli görevler düşmektedir. Sol muhalefet, ekonomik, sosyal, kültürel, demokrasi ve insan hakları vb. alanlarda çok iyi hazırlanmış proğramla en geniş katılımlı örgütlü bir kitle hareketi yaratmayı temel alırsa, olumlu sonuçlar elde edebilir. Kitlelere ulaşmada işlenen klasikleşmiş hatalar bir tarafa bırkılıp, esas güç Anadolu’dan alınmalı. Geçmişte birkaç metrepolde örgütlenen aydın ve sınırlı kitleyle hareket edilerek Türkiye genelinde söz sahibi olunmaya kalkışıldı. Sınırlı bu kitle de daha çok öğrenci-gençlikten oluşuyordu. Esas ulaşılması gereken Anadolu halkı neredeyse unutulmuştu. Özellikle bu dönemde, her farklı düşüncenin kendine bir bakkal misali ayrı bir oluşumu tercih etmesi sekterliktir. Bu nedenle, çıta, farklı eğilimleri kendi içinde eritecek kadar yüksek tutulursa, tam anlamıyla bir kitle hareketi geliştirmenin olanakları çok fazladır. Proğram, slogancılığa pirim vermeden işçi sınıfının, köylülüğün, orta snınıfların, giderek çoğalan işsizler ordusunu, ezilen sömürülen, çağın gereklerine uygun yaşam sürdürmenin dışına atılmış herkesi temel almalı. Proğram, emekçi yığınların günlük çıkarlarını, orta ve uzun vadeli çıkarlarını dile getirecek bir anlayışla ele alınıp uygulanırsa, demokratikleşmede ciddi mesafeler alınacağı kesindir. Halkın sistemle yaşadığı en basit çelişkiler, bujuva partilerin birbirlerine karşı koz olarak kullanımına bırakıldığı müddetçe sonuca gidilemez. Kitleler, bu partilerin hiçbir şey veremeyeceğini bile bile kötülerin içinden iyisini seçme gibi bir tercihle karşı karşıya bırakılmamalıdır.
İşsizlik, sanayi, kalkınmada öncelikli bölgeler, sanayi yatırımlarında öncelikler, enerji, tarım vb.daha bir çok konular da projelere dayalı somut politikalar oluşturarak kitlelere gidildiğinde sonuçlar alınabilinecektir. Elbette akşamdan sabaha büyük başarılar alınamayacağı bilinen bir gerçektir. Emekçi yığınların çıkarlarını koruma ve çözümlemek için bugünden çaba gösterme önemli bir halkayı oluşturmaktadır. Hatta tek başına hükümet etme, veya uygulanabilinir bir proğram üzerinde anlaşılacak güçlerle koalisyonlar oluşturarak hükümet etme olasılıkları dıştalanamaz. ‘Sermayenin partileri’ deyip koalisyonları ret etme, yönetme gerçeğinden kaçma ve yığınları tümüyle sermaye partilerinin yönetimine terketmedir.
Ayrıca, sol hareket, kendini küreselleşen dünya koşullarının dışında göremez.Artık içinde bulunduğumuz koşullarda sanayiden tarıma, hatta elsanatlarına kadar bütün alanlarda ülkelerin birbirleriyle ilişkisi görmemezlikten gelinemez. Ekonomik ve sanayi alanlarında başlıbaşına bağımsız gelişmeden bahsetme oldukça zordur. Devlet yatırımlarında ve devlete ait stratejik olmayan sanayi ve ticari kuruluşlarının tümünü elde tutmada ısrarlı davranmak 30’lu, 40’lı yıllarla önümüzdeki ikibinli yılların farklı gerçekliklerini kavramamadır. Hatta istihdama yönelik yabancı sermaye yatırımlarının önü açılmalıdır. Ama bu demek değildir ki, öz sermaye olanakları sonuna kadar zorlanmayacak, olanaklar ölçüsünde kendi kaynaklarımıza dayanma temel alınmayacak. Yine belli bir proğram çerçevesinde öncelikli sanayi alanlarından başlanarak ağır sanayi temel alınmalı. Serbet pazar politikası bügün ülkemizde uygulandığı biçimiyle başı bozukluk, isteyenin istediğini yapma serbestisine sahip olma değildir. Korumacılığı tümüyle sona erdiren, dampingciliğe kapıların sonuna kadar açılması da değildir. Ama bu politika köşe dönücülere fırsat tanımaya, devlet bütçesini talan etmeye, özelleştirme adına devlet bankalarının ve ticari kuruluşlarının yağmalanmasına, yüksek enflasyon ve faiz uygulamalarıyla bir avuç azınlığın milyarlarına milyarlar katmaya dönüştürülmüştür. Böylece yatırımların azalmasına, ekonominin daralmasına, kalkınma hızının düşmesine, işsizliğin artmasına gelir dağılımında korkunç uçurumların doğmasına ve sonuç olarak nüfusun neredeyse yarısına yakın bir bölümünün açlık sınırına getirilmesine neden olunmuştur. Üstelik bu uygulamalar hem sağ ve hem de sosyal demokrat olduğunu iddia eden partilerin ittifakıyla yapılmıştır. Bu tür ittifaklar sol güçlerin önünü açmada oldukça yardımcı olmuştur. Tüm bu uygulamalar karşısına alternatif bir proğramla çıkılması elbette kitlelerin ufkunu açacaktır. Oluşturulacak proğramda sekterizme kaçmadan globelleşen dünya koşullarına uygun kontrollü adımlar atılmasından geri kalınmamalıdır. Bunlardan biri de, burjuva partilerinin olumsuzluklarına rağmen zorunlu kabul edilen sahalarda özelleştirmenin önünde engel olunmamalı. Türkiyenin içinde bulunduğu ekonomik ve sosyal koşullara, uluslararası sermaye ve pazar ilişkilerine bakıldığında bunun gerekliliği kendiliğinden ortaya çıkar. Hangi iktidar biçimi gelirse gelsin, bu alanda planlı ciddi, sonuç alıcı adımlar atılmadığı müddetce, ekonomik alanda başarı sağlama olanağı yoktur. Koşullar gözönünde bulundurulmadan her alanda devletci politikada ısrarlı davranma uluslararsı ve ülke gerçekliğini görmemezlikten gelmedir. Bu noktada önemli olan, özelleştirmenin yapılış biçimi ve elde edilecek gelirlerin hangi temel alanlara aktarılacağıdır.
Sol güçlerin üzerinde dikkatle durması gereken bir diğer noktada, Avrupa Birliği ile olan ilişkilerdir. Ülke içinde devam eden ağır baskı koşullarından dolayı, bazı sol kesimler, baskılardan kurtulmak için Avrupa’yı özgürlüğe açılan bir pencere görme alışkanlığı edinmiştir. Bu anlayışın yanlışlığı pratikte görülmüştür. Avrupa hemen her koşulda çıkarlarına göre hareket ettiği bir gerçektir. Bu anlamda içinde bulunduğumuz koşullarda halkın gücüne güvenme, her zamankinden daha fazla temel alınmalıdır. Avrupa’nın demokratikleşme adına dayattığı, ülkemizin daha geniş çaplı yağmalanmasıdır. Bunları dile getirirken, Türkiye’nin dış ticaretinin yarıya yakın bir bölümünün Avrupa ülkeleriyle yapıldığı gerçeği elbette bir tarafa bırakılamaz. Avrupa’ya birçok alanda bağlılıktan bir anda kurtulmanın pek kolay olmadığı da bir olgudur. Yılların sanayi, mali ve ekonomik bağımlılığı bir kılıç darbesiyle kesilip atılamayacağı ortadadır. Ama günümüz koşullarında Türkiye’nin ekonomik kapasitesi dikkate alındığında, birçok alternatifi bir arada kullanma olanağına sahip olunduğu yadsınamaz. Balkanlar’dan Ortadoğu’dan Çin’e kadar çok büyük bir alanda, Türkiye’nin önü açılmıştır. Avrupalı’ların istediği tarzda ilişkilerin sürdürülmesiyle, ülkemizde istediğimiz anlamda bir kalkınmayı, modernleşmeyi sağlıyamayız. Bu konuda bugüne kadar yapılan propaganda ve ajitasyonlarla kitlelerin ufku oldukça daraltılmıştır. Kitlelere kalkınmanın, modernleşmenin tek garantisi, Avrupa ile ilişkiler gösterilmiştir.
Yine, islamcı gelişmenin önünün tıkanması, laikliğin korunmasında Avrupa merkez olarak gösterilmiştir. Oysa bunlar, işbirlikçi sermaye güçlerinin yutturmacasından başka bir şey olmadığı açıktır. Daha çok metrepol kentlerde küçümsenmiyecek boyutta geniş bir kitle buna inandırılmıştır. Bugün laikliğin ve demokrasinin garantisi gösterilen Avrupa ve Amerika, sözkonusu Türkiye olunca, islamcı akımların gelişmesi için elinden geleni arkasına koymamaktadır. 12 Eylül cuntasıyla birlikte uygulamaya konulan ‘yeşil hat’ stratajisinin günümüz koşullarına uygun değişik versiyonları hayata geçirilmeye çalışılmaktadır. İslamcı örgütlenmelerin Avrupa Birliği ve ABD dostu politika yürütmeleri boşuna değildir. Unutmamak gerekir ki, ülkemizde laik Cumhuriyet rejimine karşı islamcı akımların ciddi ve örgütlü tehdit edici güç haline gelmeye başladığı ilk dönem, ABD destekli Demokrat Parti iktidarı dönemidir. Bu nedenle başta ABD ve Avrupa’nın ülkemize karşı ikiyüzlü tutumu hiçbir zaman gözardı edilemez. Günümüz koşullarında ülkemizin önünü tıkamanın, çağın gelişmesinin gerisinde bıraktırmanın ve böylece her koşulda kendilerine bağımlı kılmanın bir aracı olarak islamcı güçler desteklenmektedir. Bunun için de sol güçler ülkemizde demokrasinin ve insan haklarının gelişimini halkımızın örgütlü gücünde bulmak zorundadır.Birtakım alanlarda yapılacak özelleştirmelerle ABD ve Avrupa Birliğine yönelik uygulanması gereken politikalar arasında çelişki görenler olabilir. Ama içinde bulunduğumuz dünya ve ülke gerçekleri dikkate alındığında, izlenmesi gereken bu politikanın, hiç de çelişmediği görülecektir.
Türkiye’de irticağın, her türlü çağdışılığın gelişmesini engelleme, yoksulluğun ve açlığın ortadan kaldırılması, kitlelerin aydınlanması, insan hak ve özgürlüklerin hayata geçirilmesiyle sağlanır. Çağdışı gericiliği yoketmenin, kendi ayakları üzerinde duran bir Türkiye yaratmanın başka olanağı yoktur. Sorunları baskı yoluyla gizleyerek, gericiliği besleyen kaynağı görmemezlikten gelerek, geçiçi çözümler üreterek istenilen noktaya gelinemeyeceğini kimse inkȃr edemez.

Bakı karer

Ocak 1999
Not: Bu yazının devamı kaybedildi.

10 Haziran 2008 Salı

MUHABİR GÜNLÜĞÜNDEN

BAKI KARER


SIFIR NOKTA

MUHABİR GÜNLÜĞÜNDEN


Kameramanı, iletişimi sağlıyacak teknisyen arkadaşımı yanıma alarak bir otomobile atladım ve soluğu Habur kapısının önünde aldım. Zaman giderek daralıyordu. Haberi zamanında yetiştiremezsem başıma gelecekleri biliyorum: En ufak bir aksilik, diğer haber kanalları karşısında zor durumda kalmamızı sağlıyacak. Yüksek seyirci sayısına ulaşmamız engellenmiş olacak. Üstelik, enkırmenimizin ekrandan silinip gitmesini düşünmek bile istemiyorum. Daha da önemlisi, işimden olacağım. Her zaman ki telaşımı ve sabırsızlığımı saklayamıyordum.
Olası aksiliklerle beynimi sürekli meşgul ettim. Kendi kendime doping yapacak çareler düşündüm. Hiç ara vermeksizin hayal gücümü zorladım; örneğin stadyumda binlerce seyircinin önünde antreman yapan bir sporcuyu düşünmeye başladım. Bazen yüz metre yarışlarına başlamak üzere olan bir atletin pozisyon alışını gözlerimin önüne getiriyordum; verilecek bir işaratle her an ileriye atlıcak bir konumda kalmayı giderek yetersiz gören, elleriyle bacaklarına, kafasına vuran ve yanaklarına olanca gücüyle şamarlar atan bir atletin hırsını vaya gerginliğini kılcal damarlarıma kadar yaymaya çalıştım. Böylece gün boyunca uyanık ve dinç kalmanın uğraşını verdim.
Kullanacağım kelimelerin, özellikle de saatler süren uğraşlarlarla ezberlediğim dağların ve bazı yerleşim birimlerinin isimlerini unutmamaya, hafızama iyice yerleştirmeye gayret ettim. Saatler ilerledikçe bunları da yeterli görmüyordum. Araştırmacı gazeteci olarak haber vermenin ne demek olduğunu çok iyi bildiğim için sorumluluklarımı daha da arttırdım; yaptığım tüm güdülemeleri yeterli görmediğimden hepsini bir anda sildim, fırlatıp attım beynimden.
Bazı köylerin ve dağların isimleri kürtçe olduğu için telefuzda zorluk çekiyordum; Begova, Betufa, Şaladize, Çemço, Harkuk... Kafamda dayanılmaz bir ağrı başlamıştı; sanki çekiçle içten bir yerlere vuruyorlardı. Sürekli yanımda eksik etmediğim sert, sert olduğu kadar da bayatsımış kahveyle birlikte üç asprin daha almam fayda etmedi. Bir türlü içim rahat değildi.
Hemen yanı başımızdan vızır vızır taşıtlar geçiyordu. Zongluyan kafamda bir anda tarif edemeyeceğim bir ışık belirmişti; ‘buldum’ dedim.Yoldan geçen bir kamyonun önüne attım kendimi ve eyledim. Kameraman yanıma yaklaşarak, ‘bak, on metre ötede kahvehane var, oraya gidelim, hem çay içelim, hem de öğrenmek istediklerini oradakilere sor, daha rahat olur’ dedi ama, ‘kaybedecek zamanım yok’ diyerek tersledim. Şöforun yere inmesinin zaman alacağını düşünerek oturduğu yerden haritada işaretlediğim köy ve dağ isimlerinin telaffuzunu bir de ondan öğrenmeye çalıştım. Hele öbür yakadaki mekȃn isimleri daha da zor. Ama ne olursa olsun, bu günü de ele güne rezil olmadan, kapı dışarı edilmeden geçiştirmek zorundaydım.
Ana haber bülteni saati yaklaştıkça kan adeta beynime fışkırıyordu. Ayaklarımı sürekli hareket ettiriyordum, sabit bir noktada durmamaya özen gösterdim. Sağa-sola, ileri-geri, kısa fakat sert adımlamalar yapıyordum. Arada bir de her seferinde daha yukarılara yükselecek biçimde zıplıyordum. NASA’da uzaya gönderilen roketlerin fırlatılış anlarını gözlerimin önüne getiriyordum. Kendimi bazen roketin tam kalkış anında arkada bıraktığı ateş yığını, bazen de hızla ilerleyen roketin yerine koyuyordum. Böylece, gümrük kapısının önüne gelmeden önce otelde hazırladığım haber metnini sürekli hafızamda taze tutmaya çalışıyordum. Araştırmacı gazteciliğin sorumluluğundan bir an uzaklaşmanın nasıl sonuçlara yol açaçağını beynime iyice kazımam gerektini biliyordum.
Haber zamanı yaklaştıkça, Şırnak’tan çıkışta nöbet değişiminden kamyonla dönen askerlerin ve yine garnizon etrafında bulunan nöbet kulubelerinin görüntülerini haberin kaçıncı dakikasında vereceğimi, sıfır noktada taaruz eden askeri birlikler olarak nasıl yansıtacağımı, filim şeridi gibi gözlerimin önünden geçirmeyi hiç ihmal etmedim.
Her ne kadar rahat olamadıysam, aşırı heyecanımı bir türlü yenemediysem de haber geçmeye hazır olduğuma inanmak zorundaydım. Haber geçmek için son dakika hazırlıklarını yaparken, enkırmenim yine telefon etti; ‘nasılsın, haber vermeye hazırmısın, yayında herhangi bir aksilik istemiyorum’ dedi ve kapattı. Ben de, ‘rahat ol, bir aksilik olmayacak’ diyerek kaygılarını silmeye çalıştım.
Ama son dakikada kafam yine karıncalaşmaya başlamıştı; ya yeterince seri olamazsam ya seste veya görüntüde bir sorun yaşarsam....Tam bunları düşünürken sevgilimden telefon geldi; ‘sevgilim nasılsın, işler nasıl gidiyor? Reuters Kandil’in sarıldığına dair haberler veriyor.’ ‘Ne, nasıl olur, biz duymadık’ dedim. Artık yapabileceğim hiçbir şeyin kalmadığının farkındaydım.
Gücüm kalmamıştı, haberi geçene kadar ayakta kalma mucizeydi benim için. Son kez aspirin kutusuna sarıldım iki tane daha aldım ve kameranın karşısına geçtim. Çalıştığımız koşulların zorluklarını yansıtma anlamında kendimi biraz da üşüyormuş gibi göstermeye ama aşırıya vardırmamaya kendimi odakladım. Enkırmenimden ‘başla, heberini geç’ komutuyla, haberimi okumaya başladım:
“Sayın.....Burada harekȃt son hızıyla devam ediyor. Ben şu anda tam sıfır noktadan, Habur Gümrük Kapısı’ndan bildiriyorum. Arkam Zaho, sağ tarafım hemen Cudi ve bilindiği gibi biraz daha ötesinde Kandil, sol tarafım Suriye. Yan tarafta görülen dağın hemen arkası Matina dağı ve onun arkasında terörist kapları bulunduğu biliniyor. Ekranda da göründüğü gibi askeri birliklerimiz Kuzey Irak içlerine doğru hızla ilerliyor. Dağların tepelerine yerleştirilmiş gözetleme kulelerinden termal kameralı askerlerimiz sızmaları anında tesbit etmektedir. Birliklerimiz şu anda hem içerde, hem dışarda operasyonlarına hızla devam etmektedir. Şu anda askeri birliklerimiz Bimaarni, Hakuak, Şalaidiz ve Avomorni kamplarına doğru hızla ilerliyor.
Sayın....Son aldığım bir haberi de iletmek istiyorum; birliklerimizin bir terörist grupla sıcak çatışma içine girdiği bildirilmekte, sonuçlar henüz elimize ulaşmış değil. Söz sizde efendim”
Tam ‘nihayet bitti’ diyerek arabama doğru ilerlerken, kameramanım, ‘abi, haber geçerken Cudi, Kandil dediğin yerler buraya belki ikiyüz kilometre uzaklıkta, sen hemen sağ tarfımda dedin, sonra telefuz, haber... Kaynak...’ Artık hiçbir şey işitmek istemiyordum, ‘kes seni’ diyerek kameramanı susturdum.
Kaldığım otele geldim, güzel bir duş aldım ve uyumak üzere yatağıma uzandım.

28/02/2008


21 MART


21 MART


21 Mart Cuma günü sabaha karşı saat 04,5 sularında Cumhuriyet Gazetesi baş yazarı ve imtiyaz sahibi İlhan Selçuk polis tarafından tutuklandı. Tutuklama emri veren savcının ve tutuklayan polislerin neden özellikle 21 Mart gününü seçtikleri henüz bilinmiyor. Özellikle bu günü seçmekle, bir mesaj mı vermek istediler diye ister istemez insan düşünüyor.
Türkiye adım adım şidetli bir çatışma ortamına itikleniyor. Yaratılan bu çatışma ortamı, 70’li yıllarda binlerce insanın hayatına malolan çatışma ortamından çok daha tehlikeli boyutlarda olduğunu söyliyebiliriz. Çatışan tarafların özelliklerine ve güçlerine bakıldığında, bu daha iyi anlaşılır. Her iki taraf kılıçları kınından çıkardı. Taraflardan birinin zafer elde etmeden önce, çekilen kılıçların tekrar kınına girmesi mümkün gözükmüyor.
Toplumda panik ve korku egemen. İnsanlar sabah kalktığında ne ile karşılaşacağını bilmemekte. Adeta 12 Eylül’ün atmosferi egemen kılınmaya çalışılmakta. ‘İslamcılar’, ‘laikçiler’, ‘Amerikancılar’, ‘Avrupacılar’ ya da ‘İkinci Cumhuriyetciler’ ve daha akla gelmedik tanımlamalarla Türkiye toplumu bölünmeye çalışılmakta. Hele bazılarının o kadar gözü kararmış ki, iç savaş tamtamlığı yapmakta. Tamtamlıkta başı çekenler de ‘Kargadan başka kuş tanımam’ misali ağızlarını köpürterek ve şiş göbeklerini masalara yayarak Avrupa Birliği’nin borazanlığını yapanlardır. Yaşanılan karmaşık ortamı fırsat bilerek, yeni bir Serv dayatmanın uğraşı içindeler.
İç savaş kışkırtıcıları tokmaklarını davullarına vuradursun, çatışan tarflardan hangisinin kaybadeceği aşağı yukarı şimdiden belli; AK partiye karşı kapatma davasını açarak beklenmedik ilk adımı atan taraf kazanacak. Ama şimdilik kazanacağını tahmin ettiğimiz tarafın, Türkiye’nin geleceğini daha aydınlık yapıp yapmayacağı bir soru işareti olarak karşımızda duruyor.
Türkiye’de sınıf savaşımı yine çıkmaz bir noktaya dayanmış durumda. Çünkü geçmişte olduğu gibi bu gün de saflar belirgin durumda değil. Birçok kesim ait olduğu yerde, yani çıkarlarını temsil eden tarafta ya da zeminde hareket etmemekte. Safların karmaşıklığı ister istemez doğru ve kalıcı sonuçların alınmasını engellemekte.
İçinde bulunduğumuz çatışma ortamının taraflarını biraz açmakta yarar var: Taraflardan biri olan AKP, ne pahasına olursa olsun, her türlü yöntemi ve aracı kullanarak islamcı despot bir rejimi egemen kılmaya çalışmakta. Aklınca, ‘Kanlı mı, kansız mı olacak?’ belirsizlik evresini atlattığını, ulaştığı örgütlü gücün bir dikta rejiimini kurmaya yeterli olduğunu iddia etmeye başladı. İktidarlarının ikinci döneminde seçim sandıklarından aldıkları %46,7 gibi yüksek desteği, islamcı geçinen bir avuç elitin hizmetine sunarak hedeflerine ulaşabileceklerini sanmaktadırlar. Aslında esas yanılgıları da bu noktadan kaynaklanmakta. Anadolu halkının tarihsel gerçeğini ve günümüzün sosyal, siyasal koşullarını yeterince değirlendirme yetisinden ne kadar uzak olduklarını göstermiş oldular.
AKP beş yılı aşkın bir süredir uyguladığı ekonomi politikasıyla toplumun direnç noktalarını yeterince tahrip ettiğini, devletin çeşitli kurum ve kuruluşlarında çekirdek örgütlenmesini inşa etmede küçümsenmiyecek başarılar sağladığını, karşısında duran siyasal akımların da yeterince marjinelleştiklerini düşünerek, ortamın atağa geçmeye uygun olduğuna inanmış olacak ki, özellikle seçimlerden sonra, adeta meydan okumaya başladı. Artık salt kadrolaşmayla yetinmeyerek devletin tüm kurumlarını ele geçirmeye kalkıştı. Güçler ayrılığını hiçe saydı.
Daha da öte giderek, şeriatçı hukuku egemen kılma uğraşlarını çağrıştıran demeçler vermeye başladı; ‘Maktul yakınları’nı yargı yerine geçirecek İran usulü ‘çözümlemeler’ sunmaya cesaret edebildi Açıkçası, şeriat istemlerini saklamaya ihtiyaç duymadı. Hıristiyan hukuku eşittir ‘cadı’ kovalama ya da ateşe atma ise, şeriat hukuku denilen şey de, eşittir el, ayak ve kelle uçurmadır.
İlk iktidar dönemlerinde az da olsa buluşulan ortak noktaları tümüyle çöpe attı. ‘Ben varım’, ‘devlet benim’ demeye başladı. Bir de, bunlara, ‘derin devlet’ denilen Ergenekon çete örgütlenmesine yönelik operasyonları ‘ötekiler’ olarak nitelendirdikleri kesimler üzerinde Demoklesin kılıcı gibi kullanmayı eklemesi, diktatörlük heveslerinin açığa vurulmasından başka bir şey değildi.
Bu arzularına en belirgin ve son kanıt, savcı Zekeriya Öz’ün İlhan Selçuk için hazırladığı iddianamede yönelttiği ‘suç’ şöyle formüle ediliyor: ‘Örgüte üye olmaksızın örgütün amaçlarını bilerek örgüt adına vazife yüklenmek.’ İnsanın tüyleri ürperiyor!.. Bu iddianame bile, islamcı faşizmin ayak seslerini hissettirmeye fazlasıyla yetiyor.
Bu arada, MHP’nin konuşlanışını islamcı cepheye eklendirmek gerekiyor. Çünkü şu anda durduğu zemin, Cumhuriyetin temel değerlerine ve laikliğe ters düşen, saltanat özlemcilerine hizmet eden bir zemindir. İslamcılıkla laik Cumhuriyet arasında sıkışıp kalmış durumda. Etnik milliyetçilikte ısrar edişi, net tavır almasını engellediği gibi, daha çok islamcı akımlara ve ‘İkinci Cumhuriyetçi’ denilen işbirlikçi takıma hizmet eder konumdadır.
Gelelim çatışmayı yürüten diğer tarafa: Çatışmanın diğer kanadında olduğu gibi bu tarfın da homojen olduğu söylenemez. ‘Laik’ ve ‘cumhuriyetçi’ olduklarını söyliyen ‘Kuvayı Milliyeciler’, ‘Atatürkçülük’ adına faaliyet yürüten derneklerden CHP ve DSP’ye kadar uzanan bir yelpaze, çatışmanın bir tarafını teşkil etmekte.
Elbette ‘laik’ ve ‘cumhuriyetçi’ geçinen militaristlerle, daha doğrusu darbecilerle gerçekten laik ve demokratik Cumhuriyet için mücadele yürütenleri aynı kefeye koymamak gerekir.
Herkesin üzerinde kendini ‘efendi’ gören militarist, darbeci kesimi ayrı tutmak gerekir. Bunlar, Anadolu halkını küçümseyen, halkı duvarda arada bir hatırlama babından asılı durması gereken tablo gibi gören, gecekonduya burun büken, işçiyi hizaya getirilecek acemi bir tabur olarak nitelendiren asalaklardır.
İşbirlikçilik ve Amerikancılık bunların ruhlarına işlemiştir. Türkiye’de islamcı akımlar ne kadar Amerikancı ise, laik ve cumhuriyetçi geçinen bu militarist kesim de, o kadar Amerikancıdır. 12 Mart, 12 Eylül, bunları tanımlayan aynalardır. Kemalizmi tarihsel gerçeğinden kopartan, soyutlaştıran, putlaştıran, korkulması gereken bir öcü gibi sunan yine bunladır. Daha açık biçimiyle tanımlarsak, Kemalizmi militaristleştiren, darbelerle eş anlamlı hale getirmenin uğraşını verenlerdir. Tüm kurum ve kuruluşlarıyla işleyen laik, demokrasiyle bütünleşmiş Cumhuriyet, bu çevreleri dışlayacağını artık bilmeyen yok. Bu nedenle, şeriat heveslilerinin karşısına Anadolu halkının desteğini alarak en aktif biçimiyle dikilmesi gerekenler, meydanı bunlara bırakmamalıdır. Türkiye, işbirlikçi islamcılardan ve ‘laik’ olduğunu iddia eden darbecilerden kurtulduğu noktada, gerçekten laik, demokratik bir Cumhuriyet olacaktır.

BAKI KARER

23/03/2008

AVRUPA BİRLİĞİ ÇIKAR YOL DEĞİLDİR

ARUPA BİRLİĞİ ÜYELİĞİ ÇIKAR YOL DEĞİLDİR 

 Türkiye Avrupa Birliği’ne aday ülke konumuna gelmekle tarihinin en büyük hatasını yapmıştır. Elbette her türlü fırsatı elinden kaçırmış olduğu söylenemez. Ama içine girdiği yanlıştan da en kısa zamanda çıkmalıdır. Daha fazla gecikmenin, zaman kaybına sebeb olmanın bir nedeni yoktur. AB üyeliğinin NATO üyeliğine bezemediğini kavramanın artık zamanıdır. Yani AB üyeliği son darbeyi indirme hareketidir. Ayakları üzerinde duran bir Türkiye kabul edilmeyecektir. SSCB’nin yıkılmasından sonra Avrupa Birliği’nin içinde yer alınarak ekonomik ve siyasal çıkarlar kesinlikle korunamaz. Doksanların başından itibaren değişen siyasal haritaya bakarak kendine yön vermek zorundadır. Kafkaslar’da, Balkanlar’da ve Ortadoğu’da ortaya çıkan yeni siyasal yapılanmalar ne yapılması gerektiğini göstermeye yetmektedir. Türkiye’nin AB içinde yer almamasını gerektiren birçok neden vardır. Bunların en başında geleni ise AB’nin artık emperyalist bir güç olarak kendini ortaya koymuş olmasıdır. Ekonomisiyle, askeri alanda aldığı son kararlarla, sanayisi ve mali gücüyle ABD emperyalizmine rakip emperyalist bir güç olarak hareket etmesidir. Artık Avrupa Birliği ülkelerinde geçmişin refah devlet anlayışı kaybolmuş durumda. Demokrasi maskesi altında katı bir bürokratik diktatörlüğe doğru yol almaktadır. Yoksul ve kalkınmakta olan ülke pazarlarının bölüşümü ve bu pazarlardan elde edilen kârların artması oranında Avrupa emekçi yığınları üzerinde daha katı bir bürokratik diktatörlük kurmakta. Sömürdüğü pazarlardaki halk yığınlarına karşı daha acımasız davranmaktadır. Artık dış pazarlardan elde ettiği kârı kendi halkıyla bölüşmeyen tekelleşme vardır. Uluslararsı tekellerin milyarlarca dolar kâr etmesine karşın, bugün Avrupa Birliği’nde yüzde onlara varan işsizlik oranı vardır ve bu büyük bir sorun haline gelmiştir. Yeni bir dizi Ruandalar Avrupa Birliği topluluğu için yaşam kaynağı oluşturmaktadır. Filistin halkının katledilmesi, Afrika ve Asyada iç çatışmaları körükleme, Türkiye gibi ülkelerde milliyet ve mezhepsel düşmanlıklar yaratarak kanlı çatışmalar çıkarma uğraşı içinde olması, artık Avrupa Birliği’nin keyif aldığı ve mutluluğuna mutluluk katan ‘sıradan’ olaylardır. İngiltere, Fransa, Almanya emperyalist güçleri, Avrupa’nın diğer küçük ülkelerini de yanlarına alarak daha güçlenmiş bir biçimde geçmiş politikalarını küreselleşme koşullarına uyarlayarak devam etmekteler. Burada küçük ülkelere verilen sadece sus payıdır. Küçük ülkelerin emperyalist güçlerin çıkarları doğrultusunda nasıl kullanıldığına en açık örnek Yunanistan, Belçika ve İsveç’tir. Örneğin İsveç Başbakanı Göran Person bir demecinde, “Küçük bir ülkeyi (Yunanistan’ı kastederek) büyük bir ülkeye (Türkiye) karşı koruduk” diyebilmiştir. Türkiye ve Yunanistan arasında sorunların çok farklı bir zeminde olduğu ve bunların kışkırtıcılarının da kimler olduğu bilinmektedir. Halklararsı böylesi açıktan düşmanlığı körükleyen demeç verme bir cesaret işi değil, olsa olsa kabuk değiştiren küçük bir yavrunun ayazda kalmamak için büyüğüne yaranma feryadıdır. Person Fransa’nın Ruanda halkını birbiriyle çatıştırıp katlederken neredeydi? Ruanda halkını büyük, üstelik emperyalist bir ülkeye karşı korumanın çabasını niçin göstermedi acaba. Örnekler daha çoğaltılabilinir. Yani büyüklerin damgasını vurduğu AB artık emperyalist bir güçtür. Küreselleşme koşullarında dünya pazarlarının yeniden bölüşümünde iddialı bir güçtür. Avrupa Birliğinin emperyalist bir birlik olduğunu gösteren diğer bir olgu da Avrupa Güvenlik ve Savunma Kimliği adı altında kurulmaya çalışılan küçük ‘NATO’dur. ABD’ye karşı dünya üzerinde pazar çıkarlarını koruyabilmek için askeri güce ihtiyaç duyulmaktadır. NATO bir ABD şemsiyesidir. SSCB’nin varlığı döneminde Avrupa, tek başına hareket etme olanağına ve cesaretine sahip değildi, bu nedenle ABD’ye bir anlamda boyun eğmek zorundaydı. Ama şimdi çıkar alanlarını kendisi korumak istemektedir. Özellikle Faransa ve İngiltere’nin Kafkaslar’da, Ortadoğu’da ve Afrika’da çıkarlarını koruyabilmeleri ancak böylesi bir askeri oluşumda görülmektedir. Almanya’nın çıkarları daha çokyönlüdür. Avrupa Birliği artık Kafkaslar’a, Kuzey Afrika’ya ve Kıbrıs’ı üst olarak kullanıp Ortadoğu’ya bizzat askeri gücünü yerleştirmek istemektedir. Türkiye ile Yunanistan arasında Kıbrıs ve Ege sorunlarına çözüm bulunamayışının altında bir de bu neden yatmaktadır. Fransa Avrupa Birliği’ni kullanarak Kıbrıs’a inmeye çalışmakta, Lübnan, Suriye ve Irak’ı daha yakından kontrol etmek istemektedir. Türkiye’nin ABD ile stratajik işbirliğini bir de bu nedenle kabul etmemektedir. Türkiye‘nin bugünkü konumuyla AB ve AGSK üye olması, bu kuruluşlar içinde dolaylı da olsa aynı zamanda ABD’nin sözsahibi olması demektir. İngiltere’nin gücü Türkiye’nin güçüyle birleştiği noktada Fransa’nın ve Almanya’nın AB içinde ve dışında çıkarlarının önemli oranda sarsılması tehlikesi vardır. Hatta Almanya’nın Türkiye ile olan geleneksel ilişkileri dikkate alındığında uzun vadede sarsılan çıkarlarını bir ölçüde telafi etme şansına sahiptir ama, Fransa’nın hiçbir şansı yoktur. Fransa’nın özellikle son dönemlerde Türkiye’ye karşı sert tavırlar içinde bulunmasının altında yatan bu tür uzun vadeli hesaplardır, yani pazarların paylaşım kavgasıdır. AB’nin diğer küçük ülkelerine düşen görev sadece yandan zorunlu takviyedir. İşte bu ve benzeri nedenler dikkate alınarak, her türlü manevra gücünden yoksun bırakılmış bir Türkiye AB’ye alınmak istenmekte. Bugün Avrupa Birliği’nin Türkiye’ye yönelik politikası tamemen emperyalist bir politikadır. Türkiyeyi aslında almak istiyorlar ama tek bir şartla, o da; her alanda kendi kendine yeterli olmaktan çıkarılmış ve tamamen teslim olmuş bir ülke konumuna indirgenmesi kaydıyla. Bunun için Türkiye’de şiddetli bir iç çatışmanın ve onbinlerin iç savaş yöntemiyle yokedilmesini dahi göze almaktadırlar. Eğer bunu başaramazlarsa en azından İran’la kısa süreli de olsa bir savaşa girmesini sağlamaya çalışmaktadırlar. Özellikle Almanya ve Fransa bu yönlü çabalarını giderek arttırmaktadırlar. Avrupa Birliği içinde islamcı terör gruplarını kimler tarfından örgütlendirildiği ve finanse edildiği artık bir sır değildir. Avrupa Birliği’nin Türkiye’de iç savaş kışkırtıcılığına oynadığının en önemli bir kanıtıda azınlıklar sorununa yaklaşım tarzıdır. Bir yandan ulus-devletten yana olduklarını söylerlerken bir yandan da Türkiye’ye karşı ulus-devlet politikasına aykırı girişimlerde bulunmaktalar. Sözkonusu Türkiye olduğunda, demokratik devlet kavramına bile karşı durmaktalar. Avrupa Birliği sırf Türkiyeyi dikkate alan yeni azınlıklar kavramı geliştirmeye çalışmaktadır. Oysa kendi içine geldiğinde hertürlü inkârcılığı yapabilmektedir. Örneğin Fransa’da Bask bölgesi ve halkı yok sayılmakta. Otonomi, ayrılma veya İspanya Bask bölgesiyle birleşmek isteyip istemedikleri sorulmamakta. Korsika sorununun üzeri tümüyle küllendirilmekte. Hatta yıllardan buyana Fransaya yerleşmiş Afrikalıların asimile çabalarına destek verilmekte. Yine İsveç’te Laponya sorunu unutturulmak istenmektedir. Bu her iki ülkede bulunan bu halkların ilk okulldan başlayıp üniversitelere kadar kendi dili ve kültürüyle eğitim hakları yoktur. Kendilerine özgü bağımsız yayın hakları tanınmamaktadır. Örnekler daha da çoğaltılabilinir. Ama başka ülkelere geldiğinde Avrupa Birliği avazı çıktığı kadar bağırabilmekte. Bu demokrasi adına korkunç bir ikiyüzlülüktür. Türkiye’de Kürtlerin ve diğer halkların bir azınlık olarak kabul edilmesi yönde çağrılar yaparak aslında dine dayalı devlet örgütlenmesi dönemine özgü çözümlere gidilmesini istemektedirler. Türkiye’ye geldi mi bunun ismi “demokrasi normları” olmakta. Demokrasi normları değil, emperyalist çıkar normlarıdır bunlar. Kürtlerin azınlık olarak kabul edilmesini önerme din ve teba ilişkisine dayalı feodal bir çözüm istemektir. Türkiye’de yürütülen mücadele demokratik, insan hak ve özgürlüklerine saygılı, yani demokratik, laik bir Cumhuriyet devlet yapılanmasını sağlamaya yöneliktir. Tam demokratik bir ülke yaratmanın çabası verilmektedir. Türkiye’de kimse din-teba ilşikisine dayalı bir çözüm istemiyor. Kürtler için azınlık statüsünün belirlenmesi demek, vatandaşlık bağlarından çıkarılması ve Ortaçağın karanlığına terkedilmeleri demektir. Bu Kürt halkına yapılacak en büyük düşmanlıktır ve bu düşmanlığı da yapan her zamanki gibi emperyalist güçlerdir. Emperyalist güçlerin bu oynuna da köle ruhlu, kapıkulluğuna alışmış bazı Kürt unsurlar da yatmakta. Azınlık kavramıyla bırakın ulus-devletin çelişmesini günümüzün demokratik devlet kavramıyla çelişmektedir. Avrupa Birliği’nin ‘azınlık’ hakları gibi ne idüğü belirsiz dayatmarının arkasında yatan amaçları artık tartışmaya yer bırakmayacak kadar açıktır. Ortaya çıkacak bölgesel anlaşmazlıklarda savaşcı güç olarak öne sürülmeye hazır ve nazır tutulan bitirilmiş bir Türkiye istenmektedir. Aslında Avrupa Birliği sahte bir güçtür. Tüm uğraşılara karşın bu birlik içinde yer alan emperyalist güçler arasında kıyasıya bir savaşım vardır. Bir de bu nedenle bu birliğin geleceği yoktur. Almanya Doğu Avrupa ülkelerini ekonomik ve siyasal denetim altına almaya çalışmakta ve büyük oranda da bunu başarma durumundadır. Bu konuda birlik içinde diğer ülkelerle birlikte harket etme yerine daha çok Rusya fedarasyonu ile işbirliğini tercih etmektedir. Almanya’nın bu tutumu Farnsa ve İngiltere’yi oldukça rahatsız etmekte. Yeniden eski Prusya’nın korkusunu veya 1935-1945’lerin geri gelebileceği kuşkusunu yaşamaktadırlar. Zaten birlik içinde ekonomik ve mali alandaki etkinliği yeterince rahatsızlık yaratmaktadır. Birleşmiş bir Almanya, Fransa ve İngiltere tarfından her zaman hazmedelemiyen bir olgudur. Gerek ABD ve grekse Rusya Fedarasyonu tarfından bu durum çok iyi bilinmekte ve sürekli olarak AB’nin zayıflatılması yönünde kullanılmaktadır. Yani birleşik bir Almanya AB’nin aynı zamanda zayıf noktasıdır. Bu genelde Avrupa Birliği’ni başlı başına zayıf kılan bir etmendir. Zaten Fransa’nın karşı kampanyalara ve tepkilere aldırış etmeden biran evvel nükleer silaha sahip olması esas bu nedenden kaynaklanmıştır. Gelecekte muhtemel büyük Almanya tehditine karşı bugünden alınmış bir tedbirdir. Çıkarların bu kadar farklı cephelerde seyrettiği koşullarda birleşik bir Avrupa devleti hayaldir. Özellikle Alman tehlikesine karşı Fransa ve İngiltere Asya, Afrika ve Ortadoğu’da şimdiden tuttukları köşebaşlarını güvenceye bağlamanın uğraşları içindedirler. Fransa, AGSK içinde her fırsatta nükleer güçe sahip olduğunu dayatmalarıyla hatırlatmaktadır. Doğu Avrupa ve Balkanlar’ın önemli bir kesimini Almanya’ya kaptırdıklarından, diğer bölgelerdeki konumlarını güçlendirmeye çalışmaktadırlar. Yine de Almanya’yı Afrika’dan, Ortadoğu’dan, Kafkaslar’dan ve Orta Asya’dan tümüyle uzak tutma olanaklı değildir. Tüm çabalara karşın bunun hayal olduğunu şimdiden söylemek mümkündür. Bugün rekabetin en fazla yoğunlaştığı alan Kafkaslar ve Orta Asyadır. İşte bu noktada Türkiye üzerinde ABD başta olmak üzere İngiltere, Fransa ve Almanya’nın çıkarları epeyce farklılaşmakta. Herbirisi Türkiye’yi daha fazla kendi yanına almaya çalışmaktalar. Son dönemde Türkiye’nin yoğun çatışma alanı içine çekilmesinin bir nedeni de budur. Emperyalist güçler kendi ekonomik ve siyasal çıkarları doğrultusunda belirledikleri bölgelerde Türkiye’yi sıçrama tahtası yapmaya çalışmaktadır. Türkiye’nin Avrupa Birliği içinde yer almamasını gerektiren bir neden de, artık Avrupa Birliği’nin iki kutuplu dünya koşullarına özgü ekonomik, mali ve sosyal uygulamaları terk etmiş olmasıdır. Geçmişte içine aldığı ülkeleri kalkındırıyor, halkın sosyal yaşamının yükselmesine katkıda bulunuyor ve bu ülkelerde demokratik kurum ve kuruluşlara gerçekten bir işlerlik kazadırıyordu. Ama artık bu işlevini bugün yitirmiş durumdadır. İçine alacağı ülkelere ne ekonomik, ne de demokrasi alanında vereceği birşey kalmamıştır. Birlik içinde yer alan ülkelerde sosyal adaletsizlik hergeçen gün artmakta. Toplumda sınıflar arası refah düzeyi dengesizliği önü alınamaz bir biçimde derinleşmekte. Bugün yoksul, günün sosyal yaşam standartlarının altında yaşamaya zorlanmış ciddi bir kesim yaygınlaşmış durumdadır. İşsizlik en büyük sorunlardan biridir. Artık iktidarların başarılılık düzeyi işsizliği aşağı çekmeleriyle orantılı hale gelmiştir. İşsizlik sigoratasıyla yaşamak zorunda bırakılanlar da yoksullar kategorisi içinde yer almaktadır. Geçici çözüm olarak öne sürülen okula gönderme ve prosent üzerinden çalışma olnakları tanıma, insanların yaşam düzeylerinde daha iyiye yönelik bir değişiklik yapmaya yetmemektedir. Halk yığınlarında geleceğe güven duyulmamakta. İşi olanlarda ise, ne zaman kapı dışarı edilecekleri pisikolojisi egemendir. Tekeller milyarlarca dolar kâr etmelerine karşın, birçok alanda işletmelerini, fabrikalarını kapatmakta, az masrafla daha kolay para kazanılan alanlara yönelmekteler. Globelleşen ekonomide borsalar, bir avuç elit için en kârlı yatırım alanları haline gelmiştir. Tekellerin birçoğu yatırımlarını üçüncü dünya ülkelerine kaydırarak ucuz emekle korkunç kârlar elde etmekteler. Artık dünya ölçeğini kendine sömürü alanı haline getirmiş finans ve sanayi tekelleri sözkonusudur. Sonuçta, küreselleşme, zengini daha zengin, yoksulu daha yoksul hale getirdiği de bir doğrudur. Ama eskiden az da olsa zenginliğin paylaşımdan söz edilebiliniyordu, bugün bu paylaşım görülmemektedir. Bu nedenle emekçi yığınların mücadelesi de küreselleşmektedir. Sanayi toplumuna geçiş nasıl kendi zıttını doğurmuşsa, küreselleşme de kendi zıttını doğurmuştur. Sanayileşmiş ülkelerin zirve toplantılarına karşı düzenlenen, yani küreselleşmeye, halkı yoksulaştıran yeni ekonomik yapılanmaya karşı protestolar, hiç şüpheye yer yok ki, gün geçtikçe daha da boyutlanacaktır. Yani Globelleşme zıttını yaratmıştır. Artık önünü boş hissetmemekte.Her seferinde milyonlarca dolar harcayarak toplantılar yaparak, olayı salt ’güvenlik’ sorunu olarak değerlendirmeye uzun süre devam edemezler. İşte bu tür sorunlarla boğuşmak zorunda kalan Avrupa Birliği’nin, yeni üyelere vereceği birşey yoktur. Bu nedenle de Türkiye’nin, tarım ve sanayi alanındaki olanaklarını kullanarak, giderek daha da geliştirerek kalkınmasını rahatça sürdürme olanağı vardır. Bunun için gerek iç, gerek dış alanda imkan ve fırsatlar doksanlı yıllardan öncesine göre daha fazlalaşmıştır. Türkiye, Avrupa Birliği, Rusya Federasyonu, ABD geometrik alanında kendinden çıkacak biçimde doğrular çizmeyi başarırsa güçlü bir ülke konumuna gelme şansına sahip olabilir. Yoksa AB içinde ne pahasına olursa olsun yer almaya çalışırsa bugünkü gücünden de geriye gitmekten kendini kurtaramaz. AB büyük bir hapishanedir. Gelecekte bu özelliğini daha da önplana çıkartacaktır. Oysa Türkiye, jeopolitik konumu gereği, kendini Ortadoğu’dan, Kafkaslar’dan, Orta Asya’dan, K. Afrika’dan ve Balkanlar’dan kendini istese de soyutlama imkanına sahip değildir. Bu gerçeğin görülmesi gerekir. Böylesi bir çoğrafyada yer almanın avantajları getirdiği olumsuzluklardan çok üstündür. Ama “her tarafımız düşmanlarla dolu” hastalıklı bakış açısıyla hareket edilirse elbette bu avantajlar kullanılamaz. Avrupa Birliği’ni meydana getiren güçlerin herbirinin farklı kültürlere saygı ifadesi sadece bir aldatmacadan ibarettir.İçlerindeki farklılıklara bile tehammülleri yoktur. Aralarında Güneyli, Kuzeyli, D.Arupalı, İskandinavyalı vb. bölgesel çelişkileri giderememekteler. Karalarında dinsel ve mezhepsel ayrılıklar sıkça rol oynamakta. Yani bölgesel ve dinsel kutuplaşmaların olmadığını kimse iddia edemez. Bunlar ve benzeri daha birçok çelişkiler bile birleşik devlet çatısı altında hareket etmelerinin hayal olduğunu göstermektedir. Bu derece belirsiz, muğlak, bugünü ve geleceği sağlıklı olmayan Avrupa Birliği’ne katılmak için, Türkiye’nin çaba yürütmesi kabul edilir bir şey değildir. Daha birçok neden gösterilebilinir. Soruna nereden bakacak olursak olalım Türkiyenin çıkarı, ne Avrupa Birliğine girmede, ne de ABD ile stratejik işbirliğindedir. 

 BAKİ KARER
 Mart 2000

MANZARA-İ UMUMİYE





MANZARA-İ UMUMİYE


21-29 Şubat tarihleri arsında Kuzey Irak’a yapılan askeri operasyonundan sonra muhalefet partileri, özellikle CHP ve MHP’den sert eleştiriler geldi. Harekȃta karşı yöneltilen eleştirileri özetleyecek olursak; ABD’nin Türkiye’ye karşı bir oyun oynadığı, hükümetin operasyon boyunca beceriksiz olduğu, yani diplomaside başarısız kaldığı ve sonuç olarak, askeri operasyonun başarıyla sonuçlanmadığı yönündeydi.
İlk bakışta, eleştilerine haklılık kazandırılacak nedenler de yok değildi. ABD savunma bakanı operasyonun altıncı gününde Ankaraya geldi ve harekȃt en kısa zamanda sonuçladırılmalı diye bir kaç kez demeç verdi. Bu görüşünü, Ankara’da yetkililerle paylaştığını çekinmeden basın mensuplarının karşısında dile getirdi. Hemen arkasından Bush devreye girerek operasyonlara son verilmesi gerektiğini söyledi. Ama gerek savunma bakanı gerekse de Bush herhangi bir tarih belirtmediler. Hatta Bush’un demeci savunma bakanının demecine nazaran daha yumuşaktı. Adeta işinizi gördükten sonra kalıcı olmayın demek istiyordu.
Amerikalı yetkililerin demeçlerinin havada uçuştuğu bu kısa süre içinde, Ankara’da ne Başbakan’dan ne de Genel Kurmay Başkanı’ndan askeri birliklerin geri çekileceğine dair en ufak bir işaret gelmedi. Aksine verdikleri demeçlerle, bir süre daha orada kalınacağı izlemini uyandırdılar. Fakat 29 Şubat saat 16’dan itibaren Kuzey Irak’a yönelik operasyonun bittiğini ve askeri birliklerin geri çekildiğini Genelkurmay Başkanı Büyükanıt bizzat açıkladı. İşte, ne olduysa bundan sonra oldu. CHP ve MHP, hükümeti ve Genelkurmayı hedef alan zehir zembelek açıklamalarda bulundular. CHP, tarihinde, belki de ilk defa, Ordu ile karşı karşıya gelmiş oldu. Ama sonuç, hiçte beklenilen türden olmadı; hükümetlerin alışık olduğu muhtırayı bu sefer muhalefet aldı. Hem de çok ağır biçimiyle; hainlikle suçlandılar. Muhalefet, özellikle CHP açısından bakıldığında hoş bir ‘manzara-i umumiye’ ortaya çıkmamıştı. Atatürk’ün kurduğu parti ‘hain’ olarak nitelendirilmişti.
CHP, yazılı ve sözlü demeçleri arasına sıkıştırdığı şifrelerin kendisini vuracağını tahmin etmemişti. Daha doğrusu, şifreleri tersinden okumaya alışık değildi. Daha anlaşılır biçimiyle ifade edersek, ‘Nişantaşı’na bomba düşmüştü. Aslında, saray erkanı elit kesimin politik manevralarının hemen her alanda iflası, net bir biçimde dile getirilmiş oldu
Takıntılarından bir türlü kurtulamayan CHP, ağır bir darbe aldı. Şapkasını önüne eğerek düşünmek zorunda artık. Yeni süreçte ‘Kasımpaşa’ya yenik düştüğünü kabullenerek köklü değişimleri içerecek plan ve proğramlar yapmak zorunda. Halkın günlük ve uzun vadeli ekonomik ve sosyal yaşamını etkilemeyen kolaycı çözüm önerilerini bir tarafa bırakarak, yönünü Anadolu’ya çevirmelidir. ‘Nişantaşı’na sıkışıp kalmış CHP, ‘bölücü’ bir CHP’dir. ‘Manzara-i umumiye’yi kuklaların ceset sayısıyla değerlendirme alışkanlığından vazgeçmek zorundadır. Kaldı ki, CHP, ABD denetimli terör yuvasının bugünlere gelişinden sorumlu olmadığını iddia edemez.
CHP’nin sınır ötesi harekȃtın hangi iç koşullarda ve uluslararası ilişkiler çerçevesinde düzenlendiğini bilmemesi olanaklı değil. Esasında teröristlerin konuşlandığı alanlara ve teröristlere karşı askeri bir harekȃtın düzenlenmesi için uluslararası bazı odakların desteğine başvurma gerekmiyor. Ama uluslararası güçlerin desteğinde Kuzey Irak’a girmenin Irak ve Ortadoğu geneli açısından çok farklı bir anlam taşıdığı bilinmektedir. Sorun sadece birkaç kuklanın yokedilip edilmeme sorunu değildir. Sorun, yeniden dizayn edilen uluslararası dengenin içinde yer alıp almama sorunudur. Ortadoğu’da varlığını ispatlamış, yani bu bölgenin köşe taşlarından biri haline gelmiş Türkiye, Kafkaslarda ve Balkanlarda da söz sahibi haline gelmiş olacaktır. Böylece, ABD ve AB, önlerinde hiçbir engel görmeden hareket etme serbestisine kavuşma imkȃnı bulamayacak.
Ayrıca, sekiz günlük son sınır ötesi müdahale, sadece Türkiye’nin uluslararası dengelerde yerini belirlemeye hizmet etmediği de bilinmekte. İç politik hesaplaşmada da rol oynadığını kimse inkȃr edemez. Mağara pintilerinin Zap ve çevresinde yoğunlaşmaya başlaması, daha doğrusu buradaki gurubun Ergenekon denilen çetenin emrine verilmiş olduğunu sağır sultanlar bile biliyordu. Kandilli koalisyonun bir tarafı, 2007’nin Eylül-Ekim aylarında Ergenekon çeteleriyle vardığı mutabakat çerçevesinde, Doğu’da ve Batı’da kitlesel katliamlar biçiminde gerçekleştirilecek eylemlerle ülke genelinde tam anlamıyla panik havası yaratma planları vardı. Diyarbakır’da çocukları katleden bombalama eylemi bu planın sadece başlangıcıydı. Aynı zamanda bu kısa süreli askeri harekȃtla, Ergenekon olarak tanımlanan çetenin Kandilli ittifakı önemli ölçüde dağıtıldı. Böylece ABD’nin rezerv olarak tuttuğu önemli bir alternatif etkisiz hale getirilmiş olundu. Bunun böyle olduğunu CHP’nin bilmemesi biraz düşündürücüdür. Bu nedenle, kimseye ‘manzara-i umumiye’yi hatırlatmaya hakkı yok.
CHP eğer sosyal demokrat olduğunu iddia ediyorsa, ‘manzara-i umumiye’yi slogancılık düzeyinde dile getirmeden vazgeçip, ekonomik ve sosyal temellerde de hatırlatmalıdır. Halkın ekonomik ve sosyal sorunlarına temelli çözümler getirecek uğraşlar vermeye çalışmalıdır.
Son yapılan araştırmaya göre 15-29 yaş arası 5,5 milyon genç kız evde oturmaktadır. Bunların hiç bir uğraşı yoktur. Sadece geçen yıl kadın istihdamının 257 bin düştüğü açığa çıkmıştır. Yine, 2003’ten bu yana 52 binden fazla kadın işsiz kalarak evde oturmaya zorlanmıştır.
Sadece bu tablonun bile ülkemizi uluslararsı alanda ne durumlara düşürdüğünü tahmin etme hiçte güç değil. Cinsiyete dayalı gelişmişlik sıralamasında 136 ülke arasında 71’ci sırada yer aldığımızdan, yine cinsiyet uçurumu endeksinde 115 ülke arasında 105’inci gibi utanılası bir sırada bulunduğumuzdan CHP’nin haberi olması gerekir.
Kötüye gidiş manzarası sadece bunlarla sınırlı değil; 2007’de çalışma çağındaki 49 milyon 511 bin kişiden 20 milyon 867 bin kişi çalışabilmekte. Oysa bu rakam, 2006’da 21 milyon 235 bin kişiydi. Yani bir yıllık süre içinde 368 bin kişi işini kaybetmiş durumda. Bir de bunlara bu bir yıllık süre içinde çalışma çağına gelmiş olanlar eklenirse korkunç bir rakam ortaya çıkar.
Yine, tarım alanında giderek içler acısı bir tablo hakim olmakta. 2006’da tarım ürünleri ithalatı 3,7 milyar doları bulmuş, 2007’de ise tarımsal hammaddeleri dış ticaretinde 3 milyarı aşan açık verilmiştir. Yani nereden bakılırsa bakılsın, Türkiye artık tarımsal hammaddelerde bile kendi kendine yeterli ülke olmaktan çoktan çıkmıştır. Dış ticarette 67 milyarı bulan ve her geçen gün büyüyen açık, 30-35 milyar cıvarındaki cari açığın getirdiği yükler ekonomiyi daha da kırılgan hale getirmiştir. 100 milyarı aşkın sıcak paranın yarattığı tehlike ise başlıbaşına bir sorundur. Türkiye varolan malvarlığını satmakla ve yabancılara vergisiz yüksek faiz ödemekle uzun süre gidemez.
Çarpıcı bir noktaya daha değinmeden geçemeyeceğim: Bugün hızlı nakit akışının yoğun olduğu alanlara yabancılar hakim olmuş durumdadır. Parakende sektörünün %65’i, sigortacılığın %80’i, bankacılığın %42,7’i ve akaryakıt sektörünün %57’i yabancıların elinde. Yani nereden bakarsak bakalım, ülkemiz tam anlamıyla yabancıların yağması altında. Başlıbaşına bu rakamlar bile Türkiye’nin içinde bulunduğu ekonomik durumu çok rahatça ortaya koymakta. Gümrük Birliği ve AB üyeliği teranesiyle ülkemiz AB’nin eyaleti haline getirilmeye çalışılmaktadır.
Ekonomik ve sosyal yaşam alanındaki geri kalmışlığımızı sergileyecek rakamları daha da sürdürebiliriz. Önemli olan bunlar ve benzeri alanlardaki ‘manzara-i umumiye’yi CHP nasıl görüyor? Bu ve benzeri olumsuz taploların olumlu hale gelmesi için ortaya somut, uygulanabilir ve sürdürülebilir hangi çözüm önerileri vardır? Ama gördüğümüz kadarıyla hiç bir çabası yoktur. Soyut kavramlar ve sloganlarla gününü gün etmekte, içinde yaşadığımız çağın koşullarında bile toplum mühendisliğini elden bırakmamaktadır.
CHP halen yaşadığı sırça köşkden buyruklarla halkı yönlendireceğine inanmakta. Sırça köşklerden soyut sloganlarla halka Cumhuriyeti ‘koruma ve kollama’ mitingleri düzenletenlerin, bu tabloya karşı en ufak tepkilerini görmedik. Bu ekonomik ve sosyal uygulamalara karşı en ufak tepki duymamalarının nedeni gayet açık; bu yağmadan en fazla onlar nemalanmaktır da ondan. Taşaronluk bu kesimlerin eskiden beri mesleğidir.
Tüm bu olumsuz tablolara rağmen Anadolu büyük bir değişim içindedir. Günümüz koşullarında ‘manzara-i umumiye’ye bir de bu açıdan bakılmalı. CHP İstanbul’da Nişantaşı-Teşvikiye, Ankara’da Çankaya ve İzmir’de Konak’la kendini sınırlamaktan vazgeçmeli. Bu anlamda ‘bölücü’ olan CHP’dir. Bu nedenle de Genelkurmay Başkanlığı’nın tanımlamasına itiraz etmeye hakkı yoktur.

08/03/2008
BAKI KARER










26 Şubat 2008 Salı

TÜRBAN SORUNU

06-02-2008

TÜRBAN SORUNU


Başbakan Tayip Erdoğan’ın İspanya gezisi sırasında türban üzerine verdiği bir demeçle Türkiye’de gündem hiç beklenmedik bir biçimde değişiverdi. Son günlerde artık türbanla yatıp kalmaya başladık. Tüm sorunlar unutuldu. Türban, çözüm bekleyen tek sorunumuz haline geldi.
Elbette türban, kara çarşaf ve benzeri sorunları önemsemiyor değilim. Türbanın kara çarşaftan ya da çadırdan hiç bir farkı yoktur. Türbanı İslamla bütünleştirenler tüm toplumu sapıklıklarına alet etmek istiyenlerdir. Ama sorunu uzun vadeli, köktenci çözümlere kavşuturacak tedbirler almaya yönelmeyi yadsıyıp, bir avuç elitin çıkarları doğrultusunda çarpıtmasına karşıyım.
Türkiye’de tüm ekonomik ve siyasal gelişmeler bir anda türbana takılıp kaldı. Erkek egemen toplum özelikllerimizi tüm çirkinliğiyle bir kez daha dünyaya gösterme fırsatı bulduk. Kadınlar adına erkeklerin ne kadar karar verici bir ülke ve toplum olduğumuzu göğsümüzü kabarta kabarta göstermiş olduk.
AKP ve aynı güzergȃhta seyredenlerin türbana takılıp kalmasını anlıyoruz, ama sosyaldemokrat, laik geçinen bir takım çevrelerin de bu noktaya takılmasını anlamak mümkün değil. Kendini laikliği ve Cumhuriyeti savunma memuru olarak gören bazı sosyal demokrat ya da Kemalist geçinen çevreler dürüst davranıyorlar mı? Ben bunların dürüst olduklarını, gerçekten laikliği ve Cumhuriyeti düşündüklerine inanmıyorum. İnanmıyorum çünkü eylem ve davranış biçimleriyle yitirmek üzere oldukları elit olma avantajlarını yeniden elde etme çabası içinde olduklarını artık saklayamaz hale gelmişlerdir. Bunlar, aristokrat döneme özgü dar havuzun, genişliyen kapitalist pazar ilişkileri döneminde de muhafaza edilmesinden yana çaba göstermektedirler. Genişleyen havuzdan her an dıştalannacakları korkusunu yaşamaktalar. Burjuvalaşmayı içinde bulundukları elit kesimle sınırlı tutulması yönünde kavga yürütmekteler. Bence, asıl sorun, bu noktada yatmaktadır.Türban ya da mahalle baskısından falan korktukları yok aslında. Bu nedenle de sorunun özüyle ilgilenme yerine ne yapıp yapıp sarsılan çıkarlarını korumanın peşindeler.
Bilindiği üzere türban tartışmalarının tam ortasında, Davutpaşa’da hiç bir sosyal güvencesi olmadan askeri ücretin de altında bir ücretle çalışan, evine akşam olduğunda bir ekmek götürmenin kavgasını veren 22 insan, 22 Anadolu insanı yangında yok oldu gitti. Yaşanan olay çok korkunçtu. Hükümet doğası gereği olayın üstüne perde çekilmesinden yanaydı. Peki, bahsettiğim sosyal demokratlara ne oluyordu da olayın üstünün kapanmasından yana tavır takındı. Neden hükümetle ittifak içinde hareket etti?
İşte bu, laikliğin, Cumhuriyetin varlığını ve devamını düşünce ve ideolojiden yoksun bırakarak büste indirgeyen anlayışın ta kendisi. Düşüncenin ne kadarını ne zaman ve hatta hangi mekanda verileceğine karar verme yetkisini kendinde görenlerin klasik davranışlarıdır. İnsana, halka odaklı olmadıklarını bir kez daha göstermiş oldular. Bu hareket biçimleriyle, çağdaş olma adına çağdışılığı sergilemeden başka bir şey değildir.
Eğer gerçekten içinde bulunduğumuz çağda laiklik ve Cumhuriyet ayakta tutulmak isteniyorsa, türban ya da karaçarşafa bürünmüş çağdışı toplumsal yaşantı kabul edilmek istenmiyorsa, insan yaşantısına odaklanmaktan başka çıkış yolu yoktur. İnsan yaşantısına odaklanma demokrasiye odaklanmadır. Ama sözüm ona protestocular ya da 222’likler insana üstten bakan, daha doğrusu halkı ‘aşağı tabaka’ olarak görme ilkelliğinden bir türlü kurtulamıyorlar. Korkuyu ve şiddeti egemen hale getirerek, Anadolu halkını yönlendirmeye devam edeceklerni sanıyorlar.
Oysa Türkiye koşullarında türbana, kara çarşafa bürünmenin önüne geçecek en tutarlı davranış, Davutpaşa ve benzeri olayların bir daha olmaması için alınacak önlemlerden geçer.Yani sorunun temeli, sosyal devlet olgusunun kağıt üzerinde değil pratik yaşamda hayata geçirme kavgasındadır.
Türkiye’de sendikalaşma hakkı halen kısıtlıyken; çoğu işyerlerinde sendikalı olma suç sayılırken, genel grev hakkı yokken, sosyal demokratların suskun kalmasının, bu hakları elde etmek için aktif kavga yürütmemesinin anlaşılır hiç bir yanı yoktur.
Yine, bugünkü protestoları düzenliyenler, YÖK’ün devamından yana tavır takınacaklarına, bu anti demokratik kurumun kaldırılmasından ve üniversitelerin özerkleştirilmesinden yana tavır koymalılar. Gerçek öğretim, düşünce ve bilim ancak özerk üniversitelerde olur.
Eğer geleceğe emin adımlarla ilerlemek isteniyorsa, başta gelen sorunlarımızdan biri de, anayasa sorunudur. Oluşturulacak demokratik bir anayasa çağdışı karanlığa yönelmenin önünün alınmasında en temel rolü oynayacaktır. Aradan onlarca yıl geçmesine rağmen Türkiye, cuntanın yaptığı anayasa ile yönetilmektedir. Bugünkü iktidarın niteliği bahana edilerek sivil bir anayasa yapmanın karşısında yer alma, sosyal demokrat anlayışla bağdaşmaz. Eğer milyonların gücü bu yönde seferber edilirse, demokratik bir anayasa yapma bu iktidar döneminde de olanaklıdır. Ama görüyoruz ki, laiklik ve cumhuriyet denildi mi mangalda kül bırakmayanlar, demokratik anayasa yapmanın sözünü bile etmemektedir. Çünkü çıkarlarıyla çelişmektedir; tüm kurum ve kuruluşlarıyla hukukun egemen olduğu demokratik bir devletin işlerlik kazanması koşullarında, bugünkü yapılanmalarıyla varlık sürdüremeyeceklerini bilmektedirler. Ama kanun devleti işlerine gelmekte; o zaman istedikleri koşullarda, istedikleri kanunları istediklerine, istedikleri biçimde uygularlar ve böylece de hükümranlıklarından bir şey kaybetmiş olmazlar. Laiklik elden gidiyor diye çığırtkanlık yapma yerine, toplumun hemen tüm kesimlerini ilgilendiren temel sorunlarda çözümü dayatmak gerekir.
Banka sermayesinin yüzde ellisinden fazlası yabancıların eline geçmiş olması, GAP’ın ve turistik alanların yabancılar tarafından tarafından talan edilmesi, protestocuların her nedense hiç ilgi alanına girmiyor. Yine bir dönem gıda alanında kendi kendine yeterli on ülke arasında sayılan Türkiye, bugün gıda ve tahıl üretiminde dışa bağımlı hale gelmiştir. AB’nin çıkarları doğrultusunda alınan kararlarla adeta gıda ve tahıl üretimi yasaklanmıştır. Kırsal kesimde giderek kaybolan küçük üretiçiliğin yerini büyük, modern çifliklerin aldığını kimse iddia edemez. İşlenebilecek çoğu tarım arazilerinin boş yatırıldığı bilinmekte. Hem tarımda makinalaşmanın hem de tarım ürünlerini işlemeye yönelik sanayileşmenin önü tıkanmaktadır.
Evet, nereden bakarsak bakalım, Türkiye’nin aydınlığa kavuşmasının önünde daha bir çok temel engeller vardır. Bu engellere karşı aktif mücadele yürütülmediği, yani halkın sorunlarına uzun vadeli kalıcı çözümler bulmanın gayreti içinde olunmadığı sürece, çağdışı uygulamalarla her zaman karşı karşıya kalınacaktır. Önemli olan bu sorunların üstüne cesaretle gidebilmedir. Geçiçi, günlük, üstelik başkalarının dayattığı sorunların peşinde sürüklenerek, Cumhuriyet ve laiklik korunamaz. İşte bu anlamda, elli yıl öncesine göndermeler yapılarak, aba altından sopa göstermeyle bir yerlere varılamaz. Bir avuç tuzu kuru azınlığın, gerçekten aydınlık Türkiye yaratma gayreti içinde olan halkın gücünü lümpence farklı amaçlara yönelendirmesine ve enerjisinin boş yere harcanmasına karşı durmalıyız.

Baki Karer

8 Şubat 2008 Cuma

BAKI KARER/Tutuklamalar Üzerine

BAKI KARER 

 HADEP VE TUTUKLAMALAR ÜZERİNE 

 Son dönemde Avrupa Birliği üyesi ve üyesi olmayan ülkelerin dışişleri bakanları Türkiye’yi arka arkaya ziyaret etmeye başladı. İsveç, Lüksemburk, İsviçre dışişleri bakanları ülkemize geldiklerinde ilk iş olarak insan haklarıyla ilgili dernek yöneticilerini ziyaret ettiler. Bu arada HADEP’li yöneticilerle ve belediye başkanlarıyla da görüştüler. Bunlardan Diyarbakır Belediye Başkanı en dikkat çekici isimler arsındaydı. Gelen bakanlardan kimi HADEP yönticilerine ve bahsettiğim belediye başkanına kebab ısmarladılar. Bu bakanların ziyareti dışarıdan bakıldığında gayet olağan gibi görünüyordu. Anlı-şanlı oldukları için, bu ziyaretlerin arka planını değerlendirme çoğu insanımızın aklından bile geçmiyordu. Ama açık söylemek gerekiyorsa, kuşkuyla karşılayanlar da çoktu. Temkinli olmayı elden bırakmamıştı. Çünkü geleneklerimizin, göreneklerimizin çok farklı olduğu biliniyordu. Avrupa’nın bırakın karşılıksız bir tabak kabab yedirmesini, çöpe atılacak bir elmayı bile yedirmediği bilinmekteydi. Sonuçta olanlar oldu; Diyarbakır, Siirt, Bingöl belediye başkanları tutuklandı ve görevden elçektirildi. Ağrı belediye başkanının da görevine son verildi. GAP bölgesine yatırım dahil, enerji ve haberleşme ihalelerinin peşinde koşanların belediye başkanlarının tutuklanmalarıyla ilgilenecek zamanları yoktu. Elbette onları ilgilendiren bir gelişme değildi. Onlar için önemli olan, pastadan aldıkları pay ve halklarının refahı, yaşam düzeyinin korunmasıdır. İnsan hakları demokrasi sorunları onlar için pastaya ulaşmanın sadece bir aracıdır. Batı Avrupa için bu her zaman böyle olmuştur ve olmaya da devam edecektir. Dünya çıkar dengeleri üzerine kuruludur. Bunun böyle olduğunu bir türlü anlamak istemeyen, işbirlikçi karakterinden dolayı HADEP ve yöneticileridir. MUHALEFET GELENEĞİ Demokrasi ve özgürlükler için çaba sarfedenler, her şeyden önce, hareket ettiği zemini öğrenmek zorundadır. Gerçekçekten hareket edilen zeminin ve çıkar üzerine sağlanmış dengelerin bilincinde midir? Bence buradan başlamakta yarar var. Demokrasinin gelişmediği, daha doğrusu demokrasi kültürünün bulunmadığı koşullarda muhalefet etme hiçte kolay değildir. Hele Türkiye’de sol adına muhalefet geliştirme bir kat daha zordur. Bırakalım sol’u, bizde burjuva partileri, muhalefet etmeyi, iktidarın her yaptığına ayrım gözetmeksizin karşı çıkmayla özdeş anlamaktadır. Karşı çıkışı yaparken, niçin karşı çıktığına izah getirme zahmetine dahi katlanmaz. Karşı çıkışın getireci siyasi ve sosyal sonuçları, bunların topluma olumlu veya olumsuz yansımalarını düşünmeyi aklının ucundan bile geçirmez. Ne pahasına olursa olsun, karşı çıkış, muhalelefetin tek ilkesi olarak görülür. Muhalefet etmede böylesi bir zemin temel alındığı için kaba, ilkel davranışlar sergilenir. İktidar her zaman halk düşmanıdır, muhalafet de halkın dostudur! Temsil ettiği kesimin çıkarlarını dile getirmenin politik inceliklerinden, manevra gücünden yoksunluğun tüm biçimleri ortaya koyulur. Hemen her koşulda hem halk adına hareket ettiklerini iddia ederler hem de halkın gücünden korktuklarını saklayamazlar. Aslında halkın gücünden ve değişimden korkan bir muhalefet geleneği vardır. Aynı kör süreç muhalefetin iktidara, iktidarın da muhalefete taşındığıında stekrarlanır gider. Bu senaryo, ülkemizde 76 yıldır, cumhuriyet, vatanseverlik vb. çok keskin sloganlarla süslenerek oynana gelmiştir. Hemen her dönemde demokrattan, demokrasi yanlılarından geçilmemiştir ama bir türlü çağın demokratik normlarına ulaşamadığımz da ortadadır. Burjuva partilerinin ister iktidar olanı, ister muhalefet olanı cumhuriyet der cumhuriyet işitir. Bu kelimenin arkasına sığınmanın en kolay ve ucuz olduğu bir ülke varsa, o da Türkiyedir. Oysa cumhuriyet hiçte o kadar ahım şahım dillendirilecek bir şey değildir. Oysa İran, Irak, Suriye, Mısır vb.ülkeler de birer cumhuriyettir. Rejimi monarşi olupta Türkiye’den çok daha demokratik olan ülkelerin olduğunu biliyoruz. Hollanda’yı, Danimarka’yı, İsveç’i hiç kimse demokratik ülke olmadıkları için suçlayamaz? Demek ki, bir rejimin karekterini belirleyen o rejimin demokratik olup olmamasıdır. Evet, Türkiye’de bir Cumhuriyet rejimi var ama, bu istenilen düzeyde demokratikleşememiş bir rejimdir. Demokratik hukuk kurallarının işlemediği bir rejimdir. Güçler ayrılığına adeta meydan okunmaktadır. Bugün beş kişilik liderler grubu yasama görevi yapmaktadır. Seçimler ve parlemento halkın iradesini değil, bu beş kişinin iradesini temsil etmektedir. Demokrasi ve hukuk kuralları savunuculuğu adına ortaya çıkıpta, hukuk ve adaleti ayaklar altına alan kurumlarla doludur ülkemiz. Kurum olarak Anayasa Mahkemesi de bu tutuma gösterilecek örneklerden bir tanesidir. İlericiliği, demokratlığı çağdaşlığı hiç kimseye bırakmazlar!... Cuntalar karşısında elpence divan duranların başında gelir. Rejimin hukuk kurumu olduklarını iddia ederler ama öbür yandan da ulema toplumu, cemaat toplumu oluşturmak isteyenler karşısında suspus kalmada da pek becerikli olduklarını çok iyi ispatlamışlardır. Ülkemizde egemen güçlerin ve bunların temsilcilerinin cumhuriyet kalkanını sürekli siper edinmeleri pek boşuna olmadığı bilinmekte. Demokrasiyle bütünleşmemiş bir cumhuriyet bayraktarlığı yapma kadar kolay bir şey yoktur. Böylesi koşullarda, böylesi anlayışla iktidar partisi olma da, muhalefet olma da kolaydır. Özellikle burjuva partilerinin 12 Mart ve 12 Eylül’de görüldüğü gibi birilerinin çıkıp “hişt” dediği anda birden bire ortadan silinmelerinin bir sırrı da işte burada yatmaktadır. Kendi içinde demokratik olmayan, halka dayanmayan bir kurumun demokrasi için kavga verdiği görülmemiştir. Ama demokrasiyle uzaktan yakından ilişkisi bulunmayanların demokrasi havarisi kesildiği bir ülkeye örnek verilecek olunursa, o da yine Türkiye’dir. HADEP bu taplonun neresinde hangi rengi temsil etmekte? Hareket tarzına baktığımızda bir yerlere tutunma gayreti içinde olduğunu görüyoruz. Fazilet Partisi’nden daha şaşkın bir halde. Avrupa’ya mı, yoksa ABD’ye mi tutunma gayreti içinde? Bu iki güç arasında sallanıp durmakta. Adeta bir mandacı arama peşinde. Ama görüldüğü kadarıyla Avrupa ile hareket etme, onların desteğiyle varlığını südürmeye çalıştığı da bir gerçek. Bugün için en azında böyle. Eğer ileride büyük patron yeşil ışık yakarsa rotayı her an değiştirebilir. Böylesi politika yürütenlerin geçmişte SHP’in yokedilmesi için çaba yürüttüklerini, böylece ABD’nin ve içte tekelci bujuvazinin ekmeğine epeyce yağ sürdüklerini ve bu tutumlarıyla da övündüklerini biliyoruz. ABD ve Avrupa’nın bir dediğini iki yapmayan bir anlayışın içte sol’a, sosyal-demokrasiye karşı böylesi bir tavır içinde olması elbette yadırganacak bir durum değildir. HADEP böylesi bir anlayışın temsilcisi olarak yoluna devam etmede ısrarlı olduğunu hemen her eylemiyle göstermektedir. Ayrıca, HADEP bir milliyet esasına göre mi, yoksa Türkiye genelinde örgütlenmeyi hedeflemiş bir parti midir? Eğer bölge temelinde örgütlenmiş bir parti ise, İzmir’de, Anlalya’da, İstanbul’da şubeler açması ve örgütsel faaliyetler içinde bulunmasının anlamı nedir? Batı’da Kürtlere yönelik örgütsel faaliyette bulunmanın milliyetçilikten de öte bir amaç için hareket edildiğini kabul etmek zorundadır. Yok milliyet esasına, bölge esasına göre örgütlenmiş milliyetçi bir parti olduğunu söylüyorsa, buna uygun proğramı nedir? Kaldı ki, milliyetçi bir örgütlenmenin Türkiye gerçekliğiyle bağdaşır hiç bir yanı yoktur. Her iki alternatif kabul edilmiyorsa, İbrahim Tatlıses’in ulusal yayın yapan tv ekranlarından özgürce “Ben Kürdüm” diyerek Kürtçe türküler söylemesini ve hem de popolaritesini sürdürmesi, aynı zamanda ticaretine devam etmesini sağlamak için kavga verdiklerini söyliyebilmeliler. Eğer hedef bu ise, o zaman bugünkü iç ve dış ilişki bağlarını, hareket biçimlerini terk etmek zorundadırlar. Terörle, ABD ve Avrupa ülkeleriyle işbirliği içinde varılmak istenen bu hedeflere ulaşılması olanaklı değildir. Nereden bakılırsa bakılsın, HADEP en temel konularda bile kendini çözümlemiş bir güç değildir. Günlük hareket ve anlayışlarla hareket edilmekte. Direksiyonsuz bir otomobilde yol alınmaya çalışılmakta. Açık ki, ülke koşullarında nerede duracağını bilmeyen, yerini belirlememiş ama halkın sorunlarını çözümleyecek ‘güç’ olduğunu söyliyen bir ucubeyle karşıkarşıyayız. İstihdam, işsizlik, tarım, sağlık, sanayi, kültür vb. alanlarda somut projeler geliştirmekten uzak bir anlayış nasıl olur da halk adına hareket ettiğini söyleyebilir. Yönetime geldikleri belediyelerin, akla gelebilecek her konuda yeni yapılanmalara ihtiyacı vaken, Avrupa’yı suyolu yapmanın savunulacak hiçbir yanı yoktur. Bu anlamda HADEP’in, bugüne kadar ANAP, DYP, FP ve benzeri partilerden farklı bir tutum sergilememiştir. Yani bilinen burjuva partilerinden edinilen gelenekle devam edilmektedir. Dillerine dolandırdıkları ve her yerde “barış”la ne kastedildiği de belli değil. Savaş yok ki, barış olsun. Kullanılan barış sözcüğü insana Anadolu’da sıkça anlatılan Kadı hikayesini çağrışım yapmaktadır. Evet, muhalefet yapmak zordur, halkın sorunlarına çözüm getirecek güç haline gelmek zor olanı başarmaktan geçer. Halkı duvarda asılı resim gören bürokrat anlayışla hareket etme alışkanlığı bırakılmadığı sürece, içinde bulunduğumuz koşullarda muhalefet etme bir yana, örgütsel varlığın dahi korunamayacağı bilinmelidir. DEĞER YARATMAYAN BASKICI OLUR Avrupada, düşünce üretimi ve sanayileşme dev adımlarla ilerlerken, Osmanlı yönetiminde elit bir kesim, ‘Devleti yaratan benim, ben karar veririm”de diretmeyi sürdürüyordu. Bu nedenle de işine geleni aldı, işine gelmeyeni “Kutsal değildir” diyerek engelledi. Saraylarda lüks yaşam sürdürmeyi, eğlelenceyi zenginliğin ölçütü olarak gördü.Bir pazar etrafında toplumun birliğini sağlamaya yönelik yaratıcı çalışmalar yerine, sürekli dini önplanda çıkararak birlik sağlanmaya gidildi. Bu tarz harket ediş, hayali birlikler yaratmadan öte bir şey değildi. Nitekim sonuçta da dağılmak zorunda kaldı. Üretenler, değer yaratanlar, yaratılan refahı halkıyla bölüşenler kazandı, hurefelerle egemen olmaya çalışanlar kaybetti. Ülkemizde çağdaşlaşma, daha düne kadar takım elbise giyme, mini etekle dolaşma, tanınmış marka otomobille seyehat etmeyle özdeş sayılırdı. Burjuvalaşmada bu kıstaslar aranırdı. Devlete en yakın olanlar, köşe dönmede becerikli olanlar başarılı bujuvalar olarak görülürdü. Bu anlayış her ne kadar tümüyle kalkmamışsa da, aşılmak için önemli çabaların verildiğini söylemek mümkündür. Bugünkü çözümsüzlüklerin kaynağını bu anlamda devletin örgütlenme geleneğinde ve burjuvazinin gelişme biçiminde aramak gerekir. Bizde her şey, çağdaşlaşma bile, kutsal, dokunulmaz, bir avuç elit kesimin insiyatifinde görüldü. Halka neyin, ne zaman, ne kadar verileceğini hep bu elit kesim karar verdi. “Her şey benimdir” veya ‘Her şey benim eserimdir” anlayışında olanlar, gelişme adına zor ve baskı gücünü kullnarak, değişimi halktan soyutladılar. Osmanlının ‘kutsallık’ anlayışı aşılamadı. Cumhuriyet, Atatürk ve daha birçok şey kutsal sayıldı. Kutsallık bu sefer bir başka açıdan, yani çağdaşlık adına günlük yaşamanın bir parçası haline getirildi. Aslında yapılmak istenen düşüncelerin açılıp, serpilmesini engellemekti. Düşüncelerin özgürce dile getirilemediği ortamda, sanayi alanında da aşama sağlanaması beklenemezdi. Teknolijideki ilerlemenin takip edilmesi için düşünce üretiminin olması gerekir. Düşünce üretiminin yasaklanması teknoloji üretiminin de yasaklanması demektir. Yaratıcı, yenilikci bir toplum haline gelinmemesinin bir nedeni, hatta esas nedeni budur. Araştırma, inceleme, bilimsel değerler yaratma yasaklanmıştır. Düzeni demir yumrukla kontrol edenlerin izin verdiği oranda düşünme ve bir de üstüne üstlük yaratıcı olma beklenmezdi. Daha baştan itibaren kapitalist kalkınma modelini seçilmiş olunmasına rağmen, düşünce ve daha birçok alanda özgürlüklerin önüne geçildiği için kapitalist kalkınmanın özüne de ters düşülmüş olundu. Eğer benzetmede bir hata olmazsa, kapitalizm Avrupadan bize gelirken, ‘sınırlardan içeriye’ adeta ilahlaşarak girdi. Türkiye de kapitalizm kutsallaştırıldı. Buna kim karşı çıkmışsa kâfir ilan edildi. Çünkü ‘Hamiline’ havale edebilmeleri için bu gerekliydi. Başka türlü bir anda köşe dönmeciler yaratılamazdı. Bu nedenle de kapitalizm bizim egemen güçlerin elinde bir ucubeye dönüştürüldü. Sabırsızdılar; sermaye edinilecek, teknikerler yetiştirilecek, fabrikalar kurulacak, üretim yapılacak, ürürünler pazara sürülecek ve satışlardan kâr yapılacak... Bu uzun işleme gerek kalmadan devletin baskı gücü kullanılarak, yine devletin sırtından burjuvalaşma daha kolay ve kestirme yoldu. Bu yolu seçtiler ve bir anda da neredeyse hiç bir ülkede görülmeyen bir hızla ‘büyüdüler.’ 80’lerin ortalarında itibaren yerden ot biter misali holdingler türedi. Bugün aile, tarikat holdingleri gılle gitmekte. Bunlara piçleşmiş kapitalizmin holdingleri de denilebilinir. Bugün kendine sanayici diyen birçok holdingin devlete verdiği borç parayla büyümesi hiçte şaşırtıcı değildir. Bir dönem genel ev patroniçelerinin, hısızların vergi rekortmeni seçilmesinin sırrını bahsedilen kutsallaştırmada aramak gerekir. Elbette böylesi koşullarda nüfun yüzde kırkını aşan bir kesim yoksulluk içinde yüzecektir. İstihdam ve işsizlik sorunları dizboyu olacaktır. Böylesine çarpık ayaklar üzerine kurulu düzende sosyal sorunların üzerine gitmede, sözümona çözümlemede şiddetin kutsanır hale getilmesine şaşmamak gerekir. Ülkemizde basit bir kriminal olaya da, sosyal bir soruna da güvenlik konsepti açısından bakılması bu nedenledir. Özgür düşünmenin, okumanın ve yazmanın önüne yine bu mantıkla geçilmek istenmektedir. Kitap, gazete okumanın çok düşük olduğu bir ülkede en fazla baskıya uğrayanların düşünce üreticilerinin olmasının çarpıklığı da buradan gelmekte. Çükü düşünme engellendiği oranda insan faktörünün önü alınmakta. İnsan faktörü geri plana itildiği oranda da demokratik gelişmenin önü alınmakta, böylece halkın sorgulama gücü engellenmiş olunmaktadır. Tüm bunlar ister istemez çatışmayı, çözümsüzlüğü sürekli kılmaktadır. Sonuçta çağın gelişmesinin gerisinde kalınmaktadır. Yaratamayan, özgürce düşünemeyen toplumunun çağı takip etmesi düşünülemez. Nitekim bu durumda olduğumuz için İMF başkente postunu serip Türkiye’yi yönetmekte, Clinton TBMM giderek iç ve dış politikada izlenmesi gereken politika konusunda “yönetenlere” bir güzel ders vermekte. ABD’nin büyük elçisi bırakın uzun vadeli, günlük politikaya yön vermeye çalışmaktadır. Bunlar Türkiye’nin bilinen utanç taplosudur. KORKULAR YARATMA POLİTİKASI Kalkınmada, modernleşmede anlayış bu olunca, içte ve dışta bolca düşmanlar yaratmaya gidildi. Uluslaşmasını yeterince sağlayamamış, kalkınmasında hamleler yapamamış toplumlara özgü ne kadar çirkeflikler varsa hemen hepsi de sergilendi. Çok gerilere gitmeye gerek yok. 24 Ocak kararları, kurulacak yeni toplum düzeni düşünülmeden eski toplum düzenine çomak sokmadır. Hem varolan ekonomik, sosyal yapıyı dönüşüme uğratmak isteyeceksin ama hem de ortaya çıkacak yeni ekonomik ve sosyal yapının getireceği sorunların çözümü üzerinde düşünmeyeceksin. Bu lumpen anlayışıdır. 24 Ocak kararlarının zorla hayata geçirilmesinden yükümlü 12 Eylül Cuntası ve Özal iktidarı buna tipik örneklerdir. Hısızlığın, soygunculuğun ve bunlara karşı duranlara baskı ve şiddetin kutsallaştırılması en fazla bu dönemde kendini gösterdi. Ekonomik ve sosyal altüst oluşların getireceği sorunlar çağdaş bir yaklaşımla çözümleme yöntemi yerine entikacılık temel alındı. Bunun bir ürünü olarak da Türk-İslam sentezi denilen ne idüğü belli olmayan teoriler ortaya atıldı. Cumhuriyeti koruma adına siyasetle İslam bilinçlice birbirine karıştırıldı. Metropollere göç sorunu böylece halledilmeye çalışıldı. Bir yandan laiklik kimseye bırakılmadı diğer yandan da laiklik İslamla bütünleştirilmeye çalışıldı. Cuma namazlarına gidenler, Kurandan ayetlerle demeçlerini süsleme becerisini gösterenler en fazla laik kesilenler oldu. Eski düzeni bozulan ama yerine yeni bir düzenin kurulamadığı koşullarda kırsal kesime boyun eğdiriş, Türk-İslam tezinin bizzat devlet eliyle yaygınlaştırılmasıyla sağlandı. Çağın zaten gerisinde yaşam sürdüren köylülük, Anadolu’nun geleneksel esnaf kesimleri, tarikatların eline teslim edildi. Tepeden inmeci serbest pazar uygulamarının toplumda yaygın altüst oluşlara sebeb olacağı, tahmin edilmeyecek bir gelişme değildi. Altüst oluşları göğüsleyecek ne sermaya birikimi, ne de mevcut sanayileşmenin gücü vardı. Bu durumu fırsat bilen tarikatlar, Refah Partisinin de desteğini alarak ortaya çıkan boşluğu değerlendirdi. Bu politika devletin işine geldi ve geçici de olsa sisteme nefes aldırıcı bir taktik olarak bakıldı. Refah Partisi’nin birden bire birinci parti durumuna gelmesi bu anlamda hiçte tesadüfi bir durum değildir. Daha sonraları DEP aracılığyla SHP’nin de götürülmesi hem yeni holdingleşmeye başlayan islamcı güçlerin, hem de İstanbul sanayi tekellerinin işine yaradı. Zaten geri, eğitimsiz, örgütsüz köylülükle birlikte büyük kentler etrafında kümelenmiş göç, böylece uzun bir süre kontrol altında tutulmuş oldu. Metropollere göç etmiş kitle tipik uluslaşmasını tamamlamamış bir toplumun aynasıydı. Büyük şehirlerin kenar mahallelerine serpilmiş göçmen kitle, adeta ayazda hissediyordu kendini. Şaşkınlıklarını kısa zamanda gidermeleri beklenemezdi. Kırdan kente göç eden kitle, göç ettikleri yerlerde gettolar oluşturmuşlardı. Malatyalılar, Trabzonlular, Kayserililer vs. mahalleleri oluşmaya başlamıştı. Sadece bölgeler temelinde bir gettolaşma kendini göstermemiş, aynı zamanda Kürtlerin, Gürcülerin, kafkaslıların, Arnavutların vs. milliyetler esasına dayalı gettolaşma da ortaya çıkmıştır. Gelişen serbest pazar ilişkileri mozaiğin açığa çıkmasını sağlamıştır. Gettolaşma, göç kitlesini daha da kendi içine kapanmayı getirdi. Bu tür bir gettolaşma uluslaşmasını tamamlamış topluma özgü bir durumdur. Göç kitlesi, göç ettikleri şehrin yerleşik nüfusunun üstünde olmasına karşın en ufak etkileri yoktu, olması da mümkün değildi. Bu tür özelliklere sahip kitleye bir de Türk-İslam sentezi şırınga edildi. Böylece, her açıdan itaat aden kitle konumundan çıkarılmamış oldular. Sadık, şükürcü köylü kültürü, büyük kentlerin etrafında gettolarda da korunmuş oldu. Gettolarda giderek askeri kıta disiplini egemen kılındı. Çünkü, günlük yaşamın ihtiyaçları bile Allaha havale edilmişti. Bu kesimler içinde harç görevi ütlenen İslam ideolijisine rolü yeterince oynatıldı. Bu disipline gelemeyenler ve İslam ideolojisinin katı kurallarına yan çizenlerin, bir süreliğine çeteçilik yapmaları görmezden gelindi. Ortaya atılan Türk-İslam sentezi o kadar başarılı oldu ki, sol kesilen birtakım çevreleri bile etkisi altına aldı. İnsan hakları ve demokrasi mücadelesi bahanesiyle bazı çevreler Refah Partisiyle ve tarikatlarla ittifak içine bile girdiler, ortak pretostolar geliştirmeye başladılar. Öylesine ucube bir demokrasi havarisi kesildiler ki, tarikatlara örgütlenme özgürlüğü istediler. Yakalandıkları oltadan artık kendilerini kurtaramadılar. Süreç içinde bahsettiğim solun bir kesimi pek kopmak da istemiyordu. İslamcı kesimlerler birlikte hareket ediş, süreç içinde bıyıklarının kaytanlanmasını ve dudaklarının yağlanmasını getirmişti. Sol adına hareket eden bazı çevrelerin varlığı bugün böylesi bir ‘dayanışmaya’ bağlı hale gelmiştir. Hatta islamcı çevrelerle birlikte sol adına yeni oluşumlar geçer akçe haline getirildi. Oysa, islamcı güçlerle ittifak halinde özgürlükler değil, Ortaçağ karanlığına geri dönüş sağlanır. İran ve Afganistan bunun açık örnekleridir. Böyle bir hareket zemini seçenlerin ülkemizde insan hakları ve özgürlüklerin egemen hale getirilmesi için yürütülen çabalarla bir ilgileri olacağını sanmıyorum. Bunlar, orta sınıf içinde yükselme becerisi gösteremeyen cambazlardır. Oysa Türkiye’de siyasallaşan İslam, değişime uğramamış küylülüğün temsilcisidir. Daha geniş anlamıyla, geleneksel yapının temsilcileridir. Bu anlamda, bu güçlerle ittifak peşinde koşan sol veya demokrat geçinenler hareket tarzlarıyla değişimin karşısında yer aldıklarını kabul etmek zorundadırlar. Bunları söylerken, Türkiye toplumsal gerçeğini inkâr ediyor değilim. Modernleşmeye gidilirken, demokratik hak ve özgürlüklerin geliştirilmesi sağlanırken, ezici çoğunluğun müslüman olması elbette dikate alınmalıdır. Değişimin bir anda olmayacağı açıktır. DEĞİŞİM KENDİNİ DAYATMAKTA Bizde değişim, yani modernleşme her dönemde devlet eliyle yaratılmıştır. Alttan gelen bir zorlamayla yenilikler yaratan bir toplum değiliz. Tanzimattan bu yana Avrupalılaşma çabaları yürütüle gelinmiştir, ama bir türlü de Avrupalı olmamışızdır. Avrupa toplumları üretim temelinde değişimi sağlarken, biz modernleşmeye höykünmüşüzdür. Yani Avrupa çağdaş değerler toplumu olurken biz, hurefeleşmiş dinsel kaidelerle yoğrulan bir toplum haline geldik. Üretimime dayalı değişimi temel alan bir yol izlenmemiştir. Cumhuriyetin kuruluşundan buyana bir avuç bürokrasi eliyle, dolayısıyla devlet eliyle değişim yaratılmaya çalışılmıştır. İster istemez bu, sınıflar arası uçurumu derinleştirmiş, zaman zaman da şidettli çatışmayı getirmiştir. Çatışmayı önlemenin tek yolu da baskıda görülmüştür. Toplumsal muhalefet baskıyla engellenmek istenmiştir. Bir adım yürüyenin, iki laf edenin kafasına vurulmuştur. Doğal olarak böylesi koşullarda baskıya lumpen bir milliyetçilik karıştırılmaktan da geri durulmamıştır. Ne zaman islamcılığın, ne zaman lumpen milliyetçiliğin yaygınlaştırılmasına da ‘üstteki akıllılar’ karar vermiştir. Ekonomik uygulamalar bile milliyetçilikle izah edilmeye çalışılmıştır. Üstten aşağı empoze edilen ekonomik kararları başka türlü hayata geçirme mümkün değildi. Bu uluslaşma düzeyimizin de bir göstergesidir. Türk uluslaşması 90’lı yılların ortalarından sonra yeni bir evreye girmeye başlamıştır. Çünkü “herşeyi ben yarattım” diyen, ulusu ve uluslaşmayı temsil ettiğini iddia eden bürokrasinin etkisi önemli oranda kırılmıştır. Orta sınıflar yaygınlaşmaya başlamıştır, ve toplumda eğitim düzeyi her geçen gün yükselme trendine girmiştir. Köylülükte artık küçük toprak mülkiyeti önemini yitirmekte, yerini yavaş ta olsa işletmeciliğe bırakmaktadır. Günümüzde feodalitenin yok olması geşmişte olduğu gibi feodalleri zenginleştiren toprak reformunda değil, işletmeciliğin yaygınlaşmasından geçmektedir. Köylülüğün daraldığı, orta sınıfların geliştiği, işçi sınıfının örgütlülüğü arttığı oranda ekonomik ve siyasal talepler de artacaktır. Demokratik ve özgürlükçü ortamın egemen olması kaçınılmazdır. Gidiş bu yöndedir. Burjuvazinin sermaye gücü artmış; ister kendi olanaklarıyla, ister dış ortaklıklarla olsun uluslararası planda yatırımlar yapacak düzeydedir. Bu aşamadan itibaren ciddi bir değişim kendini dayatmış durumdadır. Burjuvazi de açılan derin uçurumların belirli ölçülerde giderilmesinden yana tavır takınmaktadır. Çatışma değil, azda olsa dengelerin korunduğu bir ortamda çıkar görmektedir. Bujuva partileri belli bir sınıf yapısına oturmak zorundadır. Aynı sınıf tabanında aile partileri olmaktan çıkmak zorundalar. Sosyal gelişme bu ayrışımı zaten kendiliğinden yapmaya başlamıştır. Birkaç partinin zaten dar olan aynı sosyal tabanı bölüşmesi gibi bir kavga sona ermeye başlamıştır. Zaten burjuva partilerinde yaşanan tıkanıklıkların bir nedeni de bu idi. Son seçimlerde DYP ve ANAP’ın daralmalarının bir nedeni de, her ikisinin dar bir kapıdan aynı anda içeri girmeye çalışmalarıdır. Hatta CHP’nin de parlemento dışı kalmasında önemli oranda bu rol oynadı. Dünyanın ve Türkiyenin değişen koşullarını değerlendirip devletin koruyucu kollarının altında siyaset geliştirme alışkanlığından geri durmamanın cezasını ödediler. Artık geniş kitleleri duyarsız kılan politikalardan uzaklaşıp, temsil ettikleri kesimin örgütlü siyasal hareketleri olmak ve bugüne kadar oluşturamadıkları uzun vadeli ulusal politikaları geliştirmek zorundadırlar. Çağla tanışmamış köylülükten oy avcılığı yapma alışkanlığıyla bir yerlere gidilemeyeceği görülmektedir. Bu aşamadan sonra, bugün de varolan ve önümüzdeki süreçte kendini daha çok dayatacak olan birey sorunudur, bireye inme sorunudur. Serbest pazar ilişkileri ülkemizde artık en ücra köşelere kadar girmiştir ama gerekli bilgi ve kültürü yaygınlaştıramamıştır. İstihdamı sürekli kılma, yani iş olanakları sağlama, eğitim seferberliği vb. daha birçok alanda hızlı, ciddi, planlı çalışmalarla insanların çağla tanışması sağlanır. Tüm bu yönlü gelişmeler özgürlükleri, demokrasinin genişletilmesini dayatmaktadır. Demokrasinin çağın ölçülerine uygun bir biçimde geliştirilmesi ve kararnameler devletinden çıkıp hukuk kurallarının egemen olduğu bir devlet yapısına geçilmesi yönünde yürütülen çabaların önü artık alınamaz bir noktaya gelmiştir. Bir çok sorunu yok saymakla, inkârcılıkla yol alınamayacağı açıktır. Önümüzdeki süreçte sorunları halletmek için içte ve dışta bolca düşmanlar yaratarak gidilemeyeceği ortadadır. Halkıyla barışık olmayan devlet olmaktan çıkmak zorunluluktur. Eğer ayak diretmeye devam edilirse, giderek gelişen, zenginleşen bir ülke konumundan ziyade fakirleşen ve çağın tümüyle dışında kalmaya mahkum olmuş bir ülke konumuna gelinmiş olunacaktır. Serbest rekâbetin hüküm sürdüğü koşullarda azınlıklar ve milliyetler sorununa şiddetle çözüm bulunmaya kalkışılması geçersiz bir yöntemdir. Kapitalist ilişkiler geliştikçe farklı dil ve kültürler de bir o kadar açılıp serpilecektir. Asimilasyon uygulamalarıyla sonuca ulaşılmasının zamanı çoktan geçmiştir. İç pazarın uluslararsı tekellere sınırsız açılımı için çaba gösterilirken, farklı dilleri ve kültürleri inkâr etmede direnme olanaklı değildir. Osmanlı’yı yükselten, büyük yapan özellikler bir kez daha gözden geçirilmeli. Henüz aşılamamış lumpen milliyetçilikle gelişmelerin önüne geçilemeyeceği bilinmelidir. Kaldı ki, milliyetçi olduklarını iddia edenler de uluslararası sermayeye çoktan teslim olmuşlardır. Bunu artık saklamalarına gerek yoktur. Ayrıca insan hakları ve düşünce özgülüğünün sağlandığı koşullarda herkesin farklılıklarını ortaya sergilemesi o kadar korkulacak bir şey değildir. Tam tersi, farklılıkların kendini sergileme olanağı bulamadığı koşullar tehlikelidir. Eğer bir halk karşılaştığı baskı ve şiddet sonucu kimlik krizi içine girerse bu çok daha tehlikelidir. Sıkışmış gaz misali bir noktada patlama gereği görür. 15 yıldır PKK maşası kullanılarak estirilen terör sonucu Kürt halkı büyük bir kriz içine sürüklenmiştir. Serbest pazar ilişkilerinin yaygınlaşmasıyla ortaya çıkacak değişimlerin alacağı biçimlerden korkulduğu için PKK terörü kullanılmıştır. Bir yandan da uyanmak üzere olan Kürt milliyetşiliğinin islamla birleşmesini engellemek için İslamcı terör haraketi geliştirilmiştir. İlk başlarda bunun alt yapısı Refah Partisiyla hazırlanmış Hizbullhla son darbe indirilmiştir. Batı’da İslam tesettüre takılırken, Doğu ve Güney Doğu’da sonuçta Hizbullah terörüyle birleştirildi. Her iki biçimle de halk uysallaştırılmıştır. Bir dönem Türk-İslam tezi geliştirilirken bu tür incelikler de gözardı edilmemiştir. Demokratik değişimler ve kültürel açılımlar da PKK eliyle bastırılmıştır. Doğu ve Güney Doğu uzun yıllar çok yönlü bir kuşatma içinde tutulmuştur. Böylece Sorun halledilmeye çalışılmıştır. Böylece demokratik hak ve özgürlüklerin gelişiminin önüne geçilmiş, kitleler iliklerine kadar sömürülmüş ve tekelci sermayeye daha bir güç kazandırılmış olundu. Ama artık bir yol ayrımına gelinmiştir. Böylesi becerileri sergileyen kompartıman görevlileri artık yerlerini terk etmek zorundadırlar. AVRUPA BİLİĞİNİN KEBABI YENMEZ Yeni yol ayrımında Kürt aydınlarına büyük görevler düşmektedir. Bugüne kadar bu konuda birçok hatalar yapılmıştır. Terörden medet umma, teröre dayanarak bir takım haklar elde etmeye çalışma gibi yanlışlıklara düşülmüştür. Terörle demokratik hak ve özgürlükler arsında kesin bir çizgi vardır. Araya çizgi çekilmedikçe demokratik hak ve özgürlükler için kavga verilemez. Kaldı ki, hiç kimse elinde tuttuğu maşayı bir başkasına kullandırmaz. Nitekim kullandırılmamıştır da. Tüm bu gerçekler ortada dururken HADEP’in demokratik hak ve özgürlükler adına PKK külfetinden kurtulmak istememesi ilginçtir. Bu ilginçliğin nedenleri çok yönlü irdelenebilir. Bunca tarihi tecrübeden sonra, ABD ve Avrupa Birliği ülkelerinin Kürt kartını hangi biçimlerde kullandığını HADEP’in bilmememsi düşünülemez. Bu güçler, Türkiye’ye çıkarlarına uygun politikalarını uygulatmak için Doğu ve Güney Doğu’nun içinde bulunduğu koşulları bahane etmektedirler. Çıkarlarını elde ettikleri gün de Kürdü unutmaktalar. Globelleşen düya koşullarında Türkiye’nin jeo-politik konumu dikkate alınırsa ne ABD’nin ne de Batı Avrupa’nın Kürt sorununu geçmişte olduğu gibi ciddi biçimde dürtükleyeceklerini sanmıyorum. Bakü-Ceyhan boru hattı bu politikanın pratikta pekiştirilmesinin sadece bir örneğidir. Balkanlarda, Kafkaslarda ve Ortadoğuda bu güçlerin çıkarlarına uygun köşe direklerinin yerinde tutulması Türkiyenin güçlülüğünden geçtiği bilinmektedir. Bugün Avrupa Birliği’nden gelen devlet görevlilerinin Doğu ve Güney Doğu bölgelerine kısa süreli turistik geziler düzenlemelerinin altında yatan esas neden, pastada payı büyütme çabasından ibarettir. Türkiye pazarları üzerinde ABD ve B.Avrupa, özellikle de Almanya büyük bir çekişme içersindedir. Bu çekişmeyi şimdilik, bölgede köşebaşlarını tutma anlamında ABD kazanmış görünmektedir. İveç’in, Lüksemburg’un, Kanada’nın Diyarbakır belediye başkanını ve HADEP yöneticilerini ziyareti pastanın bölüşüm çabalarının bir ürünüdür. Herkes GAP, enerji, telekominikasyon yatırımlarından ve askeri araç-gereç alımlarından payını istemektedir. Nitekim payını alan köşesine çekilip oturmakta demokrasi insan hakları vb. sorunları unutmakta. Bu ülkelerin sahtekârlıkları, ikiyüzlü davranışları yıllardan buyana sürüp gitmektedir. Emperyalist güçlerin amaçları bilindiği halde, yakasına ‘Kürt aydını’ yaftası yapıştırmış bazı çevrelerin gönüllü işbirlikçiliğe soyunması hiçte anlaşılır bir şey değil. Aslında Avrupa Birliğinin diğer ülkelerini Türkiye’ye karşı böylesi bir yönelim içine zorlayan da daha çok Almaya’dır. PKK’nin yıllardan buyana esrar-eroion, Doğu ülkelerinde beyazkadın ve Ortadoğu- Avrupa arasında insan kaçakçılığını yaptığını bilmekte. Bu tür faaliyetlerin PKK aracılığyla Kürtler arasında yaygınlık kazanmasını da teşvik etmekte. Bu yolla hem kaçakçılık yollarını denetimi altında bulundurmakta, gelirler elde etmekte hem de kürt kitlesini bataklığın içine sürüklemektedir. Öbür yandan da ‘sorun’ çözümü teranasiyle boy göstermekte. PKK içinde merkezden alt birimlere kadar kendisine bağlı ekibi yıllardan buyana yaratmıştır. Hatta PKK içinde çoğu birimlerin kurulmasında Almanya istihbaratının onayı alınmaktadır. Bu ekibin kimlerden oluştuğu herkesce bilinmekte. Almanya’nın ve daha birkaç Avrupa Birliği ülkelerinin ayarlı desteği olmaksızın PKK Avrupa’da bir gün bile ayakta kalamaz. Bu destekte Almanya’nın rolü belirleyicidir. Diğer ülkeler daha çok Almanya’yı izlemektedirler, bir anlamda da izlemek zorundadırlar. Almanya bir dönem daha PKK kozunu kullanma taraftarıdır. Son dönemlerde PKK’ye yönelik hazırlıkları bu yöndedir. Fanatik islamcı akımlarla olan ilişkileri başlıbaşına irdelenmesi gereken bir sorundur. Bu tür ilişkiler üzerine söylenecek daha çoktur. Farklı dilleri ve kültürleri kabul etmeyen Almanya gibi bir ülkeden medet umma tam bir safdilliktir. Bu tablo karşısında HADEP’in takındığı tavır, PKK ve Avrupa ülkeleriyle olan ilişkileri pek dikkat çekicidir. HADEP, PKK ile olan ilişkilerini inkâr edemez, çünkü Abdullah Öcalan’da bu ilişkileri açıklamıştır. Eğer kabul etmiyorlarsa, önce Öcalan’ı yalanlamaları gerekir. Bugün bir takım çevreler, Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne aday üye olarak kabul edilmesini olduğundan çok fazla abartılmakta. Kabul etmek gerekir ki, Türkiyenin AB’ye ihtiyaci kadar AB’nin de Türkiye’ye ihtiyacı vardır. Hiç kimse bu pazarı kaybetme riskini göze alamaz. Ayrıca SSCB’nin yıkılmasından sonra Türkiye’nin de olanakları olabildiğince artmıştır. Bugün AB ile yapılan ticaret hacmi, Rusya ile yapılan ticaret hacmiyle neredeyse eşit durumdadır. Ayrıca Kafkas ve Orta Asya pazarları da Türkiye açısından büyük olanaklar getirmektedir. Bu olanaklardan da akılllıca yararlanmaya başlandığı söylenebilir. Yine yeni de olsa Çine açılma çabaları da vardır. Sermaye ve sanayi girdilerinde dışa bağımlılık gibi konular veya sorunlar bahane edilerek, gelişmelerin yönü görmemezlikten gelinemez. Salt bir noktayı önplana çıkartarak polika geliştirilmez. Bugün Türkiye’de yeni bir süreç yaşanmakta ve bu süreçte uluslararası pazarlarda rekabet etmek isteyen bir burjuvazi vardır. Açıkcası çıkarların karşılıklı olduğu unutulmamalıdır. Ülkemizde demokrasi sorununa bir de bu açıdan bakılmalıdır. Türkiye AB üyeliğine olmazsa olmaz kuşuluyla bakmamaktadır, bakmamalıdır da. Şıkıştırıldığı noktada çok rahat bu üyeliği tepebilir. Çünkü gerektiğinde kullanabileği alternatifler çoktur. AB, Türkiye’nin üyeliği sorununa aynı zamanda güvenlik açısından da bakmaktadır. Bu aynı zamanda onların zayıf noktasını oluşturmakta. Er veya geç Rusya sorunlarına çözüm getirecektir ve yeniden ayakları üzerinde duracaktır. Gelişmeler de bu yöndedir. Ayakları üzerine duran bir Rusya’nın, Çevre ülkeleriyle geliştereceği ittifaklarla, Avrupa ve ABD’ye karşı süper güç rolünü tekrar oynama konumuna gelme ihtimali yüksektir. AB bugün politikasını geliştirirken, bu yönlü gelişmeleri dikkate almaktadır. Burada AB için güvenlik sorunu ciddi biçimde gündemleşmektedir. Uzun vadeli güvenlik sorunu da Türkiye alternatifini ister istemez önplana çıkarmaktadır. Bu noktada Türkiye ye ihtiyaçları vardır ve olacaktır da. Türkiye bugün Balkan, Kafkas ve Ortadoğu’da bir istikrar unsurudur. Bu istikrar unsuru ayakta kaldığı müddetce Avrupa istikrarını sürdürebilir. Avrupa’nın zaman zaman Türkiye’yi orasından burasında inciklemesi binciklemesi aşk oynundan öte birşey değildir. Türkiye bugün Avrupa, ABD ve Rusya arasında bir denge kurma çalışması içindedir ve bu dengeyi büyük oranda başardığını söyleyebiliriz. Mavi Akım projesi bu çabanın bir ürünüdür. Son dönemlerde içte girişilen temizlik faaliyetlerini böylesi bir dengenin ürünü olarak da değerlendirmek gerekir. Avrupa’nın dayatmalarında nasıl bir sahtekâr olduğunu göstermek için bir başka olguya daha değinmekte yarar var. Avrupa Birliği, SSCB’nin dağılmasından sonra, ABD’nin etki alanında çıkma eğilimine girmiştir. Ama bunda pek başarılı olmadığı da ortadadır. Balkanlar’da ortaya çıkan gelişmeler acizliklerinin göstergesidir. Ayrıca Küreselleşen dünya koşullarında ABD, Avrupanın pazar olanaklarını daraltmada başarılı olmuştur. ABD’nin Meksika ve Kanadayla yaptığı ticaret işbirliği ve bu işbirliğinin diğer Latin Amerika ülkelerini de kapsayacak biçimde geliştirmesi Avrupanın pazar olanaklarını giderek kısıtlamakta. Avrupa, Türkiye’ye karşı yaklaşımlarında, ABD karşısında rekabet gücünü dikkate alarak hareket etmektedir. Arka arkaya Ankara ziyeretleri boşuna değildir. İnsan hakları ve demorasiden dem vurmaları da mandolinde si sesi çıkarma misalidir. Dikkat edilirse malum ziyaretçiler, sendikalaşma, toplu sözleşme, genel grev, üniversite özerkliği vb. konuları telefuz bile etmemekteler. Bu da onların ne kadar sahtekâr olduklarını gösteren bir başka ölçüdür. Sorunu bir başka açıdan da irdeleme gerekir: HADEP kitleler nezdinde gerçekten inandırıcı olmakta mıdır? Her şeyden önce bir belediye başkanın onlarca kez Avrupa başkentlerinde ne işi vardır? “Bu gerekliydi” deniyorsa, yapılan ziyaretler sonucunda yatırımlara yönelik ne tür yardımlar almıştır, hangi projeleri başlatmıştır? Yardım ve projeler hangi alanlara yöneliktir? Tüm bunların kamuoyu nezdinde hiçbir şüpheye yer bırakmayacak biçimde açıklığa kavuşturulmalıdır. Ayrıca kopartılan bu kadar fırtınadan sonra belediyelerinde tüm gelir ve giderlerini halk nezdinde açıklığa kavuşturmalılar. Böylece holdingci basın ve yayınların iddiaları çürütülür ve en önemlisi de halka güven verilmiş olunur. Yoksa töhmet altında kalmaya devam ederler ve güven verici olmaktan uzak olurlar. Ama bana kalırsa bu kadar bol seyahatle zaman geçireceklerine ve belediyelerin mali olanaklarını boşuna harcayacaklarına, bu paralarla halka hizmet götürülmesi daha yararlı olur. Gerçekten demokrasi için yola çıktıklarını iddia edenler, demokrat olduklarını göstermeliler. Kaldı ki HADEP yasal bir partidir. O zaman proğram ve yasal kurallar çerçevesinde hareket etmeyi kabul etmiş demektir. Çağdaş bulmadığı yasaların değiştirilmesi için mücadele etme bambaşka bir sorundur. Yasalar çerçevesinde faaliyet yürütme demokratik olmayan yasaların kaldırılması mücadelesini yadsımaz. Bunun yol ve yöntemleri vardır. Demokrat olmanın, demokrasi ve özgürlükler için mücadele vermenin bir ölçütü de, terörizme karşı aktif tavır almaktır. HADEP, PKK provakasyonuna, hatta bu çete ekibiyle ilişki içinde giderek korucuların örgütlenmesi haline gelmek istemiyorsa, cesaretini toplayıp kendine yeni baştan çeki düzen vermelidir. Emperyalist güçlerin temsilcileriyle kebab yeme yerine, kebabı halkla birlikte yeme daha tutarlı bir yoldur. 

ŞUBAT 2000 
BAKİKARER

YEREL SEÇİMLER ÜZERİNE

  YEREL SEÇİMLER ÜZERİNE       Türkiye’de son yirmi yılda oluşan koşullarda yerel seçimlerle genel seçimler arasında bir fark kalmadı.  Aslı...