27 Aralık 2007 Perşembe

BAKI KARER/Tablolar
















DEĞİŞİM

    Demirel’in cumhurbaşkanlığı süresinin uzatılması için yürütülen girişimler bir sonuç vermedi. Aslında yağmacı elitiz politikanın sürdürülüp sürdürülmeyeceği konusunda bir yol ayrımına gelinmişti. Ekonomik ve siyasal gelişmelerin kurallarıyla yürütülüp yürütülmeyeceği konusunda bir karar verilmesi zorunluluğu doğmuştu. Demokratik ve özgürlükçü olmayan sistemin zorla ayakta tutulamayacağı artık görülmüştü. Demirel’in Çankaya süresinin uzatılmaması, çağı yakalamaya yönelik maratonun ön hazırlık evresi olarak değerlendirmek için henüz erken. Ama yine de önemli bir adım atıldı.

    Bir ölçüde Ecevit’in de desteğini alan Demirel’in takımı, mevcut düzenin devamı için elinden gelen çabayı yürüttü. Ecevit’in ortaya sergilediği tavır bilinen ‘idare etme’ taktiğidir. Türkiye’de sosyal demokrasinin atılımcı, radikal değişikliklerden yana olmayan, hep sağla uzlaşma içinde kalmayı yeğleyen teslimiyet tavrı en açık biçimde Ecevit tarafından sergilendi. DSP tarafından takınılan tutum, aşağı yukarı 1978-79’larda cunta tehlikesine ve sağ teröre teslim olma anlayışıyla özdeş bir tutumdu. Ecevit, 28 Şubattan sonra kurulan Mesut Yılmaz hükümetinin düşürülmesiyle azınlık hükümet kurmasına fırsat tanıyan ve seçimlerden birinci parti olarak çıkmasına yardımcı olan Demirel’in Cumhur Başkanlığı süresinin uzatılmasını desteklemekle, adeta vefa borcunu ödemek istercesine soygunculuğun sürmesine onay vermiş oldu.

    Cunta ve Özal döneminde türeyen, Demirel döneminde savaş vurgunculuğuyla tekelleşen ama özünde tabela holdingleri takımı gözyaşı dökmeye başladı. Bilinen bu çevreler elli yıldır devleti yağmalayan ve yağmaladıklarını Amerika’da, Avrupa’da har vurup harman savuran kesimlerdi. Bunlar yıllardır halkı soyup soğana çeviren, en ufak yatırımda, üretimde bulunmayan, devletten yağmaladıkları nakit paralarla gününü gün etmeye alışmışlardı. Bunlar, bir avuç elit için “modernleşme” ve yağma özgürlüğü isteyen, içinden çıktığı toplumdan utanan, hatta Londra’nın, Paris’in ve Newyork’un otel lobilerinde milliyetini belirtmekten utanç duyan, Pakistan ve Hindistan’da ekonomik ve siyasal gelişmelere damgasını vuran soytarıların benzerleriydi.

    Basın ve yayının ağırlıklı bir kesimi de Demirel’in borazanlığını üstlendi. Çankaya’dan ayrılışını Cumhuriyetin geleceğiyle özdeşleştirdi. Demirel’den sonra tufandır yaygarasını bastı. Yağma ortamında nemalanan basın ve yayın öylesine bir hava estirdi ki, gerçekten yağmaya yıllarca karşı çıkmış çevreleri bile etki altına aldı. Öylesine suni gündemler yarattılar ki, halk neyin ne olduğunu adeta şaşırdı. Çünkü yıllardır hırsızlığın ve yağmanın borazanlığını üstlenmişti. Haber peşinde koşma yerine ihale takip ediyorlardı artık. Birçok gazeteci, muhabir fazla para veren patron takipçiliğini meslek haline getirmişti. Gerçekleri kamuoyuna sergileyen basın ve yayın çalışanı değil, belirli aile reislerinin, tarikat şeyhlerinin buyrukları doğrultusunda kalem oynatan gazete yazarlığı ve proğram yapımcılığı meşru hale getirilmişti. Birçok basın ve yayın kuruluşu, yarattığı köçekleri meydana salarak, tüm Türkiye’yi çal oynasın, vur patlasın misali eğlenen hayaller dünyasının bir ülkesi gibi gösterip, bir avuç hırsız ve vurguncuyu korumanın muhafızlığına soyunmuştu. Basın ve yayın alanında yaşanılan dejenerasyonun önüne henüz geçilmiş değil, halen bu süreç devam etmektedir. Ama onca yürütülen uğraşlara karşın Demirel’in süresi uzatılmadı.

    Sürenin uzatılmaması Türkiye’de bir dönemin başlangıcıdır. Cumhuriyet’in ilan edilişi nasıl ulus devlete, dolayısıyla sanayi toplumuna geçiş çabasının başlangıcı ise, Demirel ve şürekasının geri plana atılışı da yeni yüzyılı yakalamanın, yani bilgi toplumuna ulaşmanın bir çabasıdır. Şimdi sorun, yirminci yüzyılı geriden takip eden Türkiye’nin, yirmi birinci yüzyılı geriden takip etmesinin önüne nasıl bir ekonomik ve siyasal yapılanmayla geçileceğidir. Tartışmalar, çözüm yolları arayışı bu noktadan hareketle başlatılırsa, gelecek umut verici olur.

    Demirel ve takımı durup dururken ortaya çıkmadı, uzun yıllardan bu yana devlet yönetim anlayışının sentezidir. Demirel’in yaptığı, tek şeflik ve Demokrat Parti’nin yağma dönemlerinin mirasını devletin en üst düzeyinden en alt düzeyine kadar kurumlaştırmasıdır. 12 Eylül Cuntası ve Özal bu kurumlaşmaya hizmet edecek alt yapıyı hazırlayan geçiş döneminin aktörleridir. Bu anlamda Demirel’in son on yıllık pratiğini değerlendirirken, tek şeflik dönemi ve ellili yılların Demokrat Parti iktidarını bir tarafa atamayız. Demirel bu her iki dönemin bir sentezidir ve bu sentezden doğan anlayışın örgütlü hale getirilişidir. Demirel’i yağma politikasının üçüncü ve son halka olarak değerlendirmek de mümkündür. Her ne kadar ANAP ve bugünkü DYP bu anlayışı bölüşme ve devamını sağlama için kavga veriyorlarsa da, hiçbir zaman Demirel kadar başarılı olmayacakları bir gerçektir.

    Tek şeflik dönemi halka üstten bakan, halkı küçümseyen, fildişi kuleleri içinde düzenlenen toplantılarla memleket sorunlarına çözümler getirdiğine inanan, silahlı, külahlı, bol selamlı düzenlenen törenlerle halka gözdağı veren bir anlayışın ürünüdür. Tek şeflik dönemi, Devlet-ü Âliye’nin “menfaatleri” uğruna yıllarca kendini halktan soyutlayıp, sistemi kapalı bir kara kutu haline getirmiştir. Atatürkçülüğün bir sömürü aracı, yani devlet olanaklarını yağmalamada perde haline getirilmesi bu aşamada yaygınlaşmıştır. Kemalizm adına hareket edenlerin önemli bir kesimi İstanbul’un, Ankara’nın lüks salonlarında partiler ve festler düzenleyip hiç anlamadıkları Mozart’ı, Bethowen’i dinlerlerken, sokaktan geçenleri ‘baldırı çıplak’ olarak görmüşlerdir. Atatürkçülüğün şaşmaz savunuculuğunu! yaptığını iddia eden bu bilinen çıkar çevrelerinin Anadolu’da örgütlendiklerine, halkın çıkarlarını dile getiren bir  faaliyet geliştirdiklerine, yolsuzluğa, hırsızlığa karşı kitlesel bir protesto örgütlediklerine kimse şahit olmamıştır. Bunlar İttihat ve Terakki’den kalma saray erkanlığını terk etmeye bir türlü yanaşmamışlardır. Ülkemizin emperyalist güçlere pazarlanmasına karşı dikildikleri görülmemiştir. Tam tersi, karşı çıkanlara “katli vaciptir” diye fermanlar yazmışlardır. Osmanlı dönemine özgü tarikat örgütlenmesini taklit edenlerin irticaya ve her türden gericiliğe karşı mücadelede ciddi olamayacağı bir gerçektir.

    Sorunları kısa yoldan halletmenin yöntemini cuntacılık oynamada görmüşlerdir. Yaşadıkları vitrin daraldıkça, çözümü, daha sık kılıca sarılmada görme alışkanlığını bir türlü bırakamamışlardır. Son dönemlerde bazı demokrat çevrelerin sınrlı da olsa Anadolu’ya açılmalarını, bu bilinen klasikleşmiş kesim hazmedememekte. Hatta demokrasiden bahsedenleri, çağın ihtiyaçlarına göre devletin yeniden yapılandırılması yönündeki çabaları halen alaycı bakışlarla seyretmektedirler. Her zamanki alışkanlıklarıyla “günümüz gelir” bekleyişi içindeler. Ama artık bugünden sonra bekledikleri günün gelmeyeceğini de hesaplıyor olmaları gerekir.

Bugün Kemalist geçinen bu tür çevrelerin ikiyüzlülüklerini kavramak için iflas etmiş bankaların, tabela holdinglerin danışman ve yönetim kurullarının listelerine bakmak yeterlidir. ‘Devletin sahibi benim’ diyen bu anlayış, emperyalist güçlerle işbirliği içinde hırsız, çapulcu, her zaman diktatörlük heveslisi bir kesimin sürekli diri tutulması yönündeki çabalarından halen geri durmuş değildir.

    Tek şefliğin devlet yönetim anlayışı, Demokrat Parti’yi ortaya çıkarmış ve iktidar yapmıştır. Celal Bayar-Adnan Menderes ikilisi, devlet olanaklarını sadece bürokrasi arasında bölüştürmekle yetinmemiş bürokrasi dışında kendilerine yakın gördükleri aile ve bireylerle de bölüştürme sürecini başlatmışlardır. Hırsızlık ve yağmadan pay alanların sayısını çoğaltarak Demokrat Parti’ye sosyal bir taban kazandırmaya yönelmişlerdir. “Her mahallede bir milyoner” yaratma projesi bu anlayışın ürünüdür. Bu aynı zamanda, emperyalist güçlerin çıkarlarına hizmet eden geniş pazar olanakları yaratma projesiydi. Tarım ve sanayi alanlarında halkın çıkarlarını gözeten uygulamalar değil, ABD’nin ekonomik ihtiyaçlarına göre şekillendirilmiş uygulamalar temel alınmaya başlanmıştı. Devlet olanakları bakanlar ve üst bürokratlar etrafında kümelenmiş birkaç aile ve gruplar arasında bölüşülüyordu. Türkiye, ABD’nin ikinci bir Kaliforniya eyaleti yapılmaya hazırlanıyordu.

    Demirel yönetiminin özellikle son on yılını bu her iki dönemden ayıran özelliği, talan ve yağma politikasını devlet yönetiminin merkezine oturtmanın yanısıra bahsedilen bu yalak kesimi uluslararası düzeye yükseltmesidir. Aynı zamanda bu kesimi finans, iç ve dış ticaret alanlarında tam egemen duruma getirmek için sahte savaş ortamını Türkiye’de egemen hale getirmesidir. Yani, sadece devletin elindeki olanakların paylaşımıyla değil, savaş vurgunculuğuyla büyümeyi temel almasıdır. Demirel yönetimi döneminde, otelcilik-turizmin ve yan alanlarıyla yatırımların sınırlandırılması, tarımda makinalaşmanın önüne geçilmesi ve sanayi alanında gelişmenin engellenmesi için olağanüstü çabalar yürütülmesi, ithalatçılığın teşvik edilmesi, tümüyle türeme burjuvaziyi egemen kılma isteminden kaynaklanmaktaydı. Bu nedenle hırsızlara, yankesicilere devlet nişanı verme bir alışkanlık haline getirilmişti. Neredeyse inşaatı bitmeyen tuvaletler bile devlet töreniyle açılır olmuştu. Tüm bu yönlü gayretler, savaş vurgunculuğunu örtülemenin, totaliter devlet anlayışını sürekli kılmanın çabalarıydı.

    Sahte savaş uygulamalarının devamına izin verilmemesi, aynı zamanda, Demirel yönetiminin de sonu oldu. Elbette yürütülmekte olan temizlik hareketinde sadece iç dinamikler değil, dış güçler de belirleyici olmuştur. Emperyalist kesimlerin de Türkiye’de sahte savaş uygulamalarının daha fazla devam etmemesinden yana tavır almalarının nedeni elbette çok farklı nedenlere dayanmaktadır. Kimse Türkiye’nin kara kaşına ve gözüne heves değildir. Alınan bu tavrın altında emperyalizmin döneme özgü çıkarları yatmaktadır. Nasıl ki bir dönem uygulamaya konulan “yeşil hat” projesi emperyalist güçlerin çıkarlarına hizmet etmişse bugün de rüşvetten ve yolsuzluktan arınmış devlet örgütlenmesine sahip Türkiye çıkarlarına gelmektedir. Emperyalist sermaye rahat ve daha geniş tabana yayılabilmesi için “düzen” ve “istikrar” istemektedir. Globalist anlayış kısa zamanda daha fazla kâr peşinde koşmaktadır. Bunun için de ihtimal dahilinde de olsa birtakım engellerle karşılaşma riskini daha başından ortadan kaldırmak istemektedir.

    Bugüne kadar ki uygulamalara baktığımızda memurlar, alt bürokratlar ve bazı iş adamları yakalanmakta, fakat hırsızlığın arkasında duran siyasal güçler korunmaktadır. Tedbirlerin kalıcı hale getirilmesi için ciddi bir idari yapılanmanın içine girilmemektedir. Bu da ister istemez yeni kuşkuların doğmasını getirmektedir. Demirel’in tasfiye edilmesiyle doğan boşluğu ANAP ve benzeri güçlerce doldurulmak istenmesi yönünde algılanmaktadır. Gelişmelere bir de bu açıdan bakıldığında, şu anda yürütülmekte olan operasyonların uluslararası tekellerin ekonomik çıkarlarına cevap verecek “istikrar”ın sağlanması için yapıldığını ve bunu halkın sosyal yaşamının iyileşmesi yönünde kullanılmasının engelleneceğini iddia edenlerin de az olmadığını söylemek gerekir.

    Ülkemizin nerdeyse yüz milyarı aşan pazar olanaklarının emperyalist tekellere kısa yoldan daha kolayca aktarılmasını sağlayacak düzenlemeler değil, halkımızın refah düzeyini çağın yaşam koşullarına uyarlayacak sistemin inşası gereklidir. Hırsızlığın ve vurgunculuğun uluslararası tekellere devredilmesi daha derin bunalımların ortaya çıkmasına hizmet etmekten başka bir işe yaramayacağı ortadadır. 

    Yolsuzluklara ve hırsızlıklara karşı tavır alış uluslararası tekellerin de istek ve talimatları doğrultusunda değil, gerçekten demokratik ve kalkınmış bir Türkiye yaratmayı amaçlayacak doğrultuda bağımsız inisiyatif kullanılarak yapılırsa, doğru ve kalıcı sonuçlara ulaşma sansı daha yüksek olacaktır. Açlık sınırında yaşam sürdürmeye zorlanmış yığınlar bundan tam anlamıyla emin değildir. Türkiye İMF tarafından teslim alınmıştır. Duyunu Umumiye ve Sevr’den de beter “Niyet Mektubu” adı altında anlaşmalar imzalanmıştır. Üstelik bu seferki anlaşma metinleri silah gücüyle dayatılmamış, Devlet-ü Aliye’nin başında olanlar tarafından gönüllü hazırlanmış ve imzalanmıştır. Sonuçları gelecekte hep birlikte göreceğiz. Ama soruna hangi açıdan bakacak olursak olalım, gelinen noktada mevcut yönetim, ‘yerlilerin’ temizlenmesini istese de engelleme olanağına sahip değildir.

    Demirel’in görev süresinin beş yıl daha uzatılmamasına tepkileri iki ana noktada toplamak mümkündür:

    Bunlardan birincisi, Demirel devrinin sona ermesiyle birlikte talan, daha doğrusu savaş ekonomisinden çıkarı olan kesimlerin tepkisi. Bunlar basın ve yayının da önemli bir bölümünü elinde bulundurdukları için ortalığı adeta toz dumana kattılar. Üstü açılacak karanlık dönemin altında kendilerinin çıkacağını bildikleri için uluslararası işbirlikçilerinin desteğiyle olmadık provokasyonlar geliştirdiler. Sosyal varlıklarını tehdit eden gelişmeleri mümkün olan en az zararla atlatmanın çabalarını yürüttüler. Çünkü bunlar, ekonomik güçlerini yüksek enflasyondan, ranttan, devletin yağmalanmasından alıyorlardı, dolayısıyla baskı ve şiddet politikasının üzerinde şekillenmişlerdi. Enflasyonun aşağıya çekilmesi, rant ekonomisinin bitirilişi, bu kesimlere önemli darbeler vuracağı biliniyordu. Bu nedenle zaman zaman askere oynamaktan da çekinmediler. ‘Demirel’siz Türkiye uluslararası alanda biter, içte de bölücüler, yıkıcılar devleti teslim alır’ türünden olmadık felaket senaryoları geliştirdiler. ‘Her tarafı düşmanlarla sarılı Türkiye’ fobisini egemen kılmaya çalıştılar.

    İkinci kategoride yer alanlar ise; Yeni seçilen Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer ile Türkiye Avrupa Birliğine ve genelde global ekonomiye teslim olur noktasından hareketle Demirel’in görevinde kalmasını istediler. Aslında bu kesim yolsuzluğa, köşe dönmeciliğe karşı tavır alanlar olmasına rağmen bilinen klasik “istikrar” dan dolayı önlerini göremez duruma gelmişlerdi. Türkiye’de derin devlet olgusunun anlamını ve işlevini yeterince kavramamış olduklarını gösterdiler. Ahmet Sezer’i verdiği birkaç demecinden hareketle geçiş döneminin bir insanı olduğunu görmek istemediler. Ahmet Necdet Sezer’in, demokratikleşmeyi, Avrupa Birliği içinde sağlama eğilimini fazlaca abarttılar. Demirel ve takımının işbaşından uzaklaştırılmasının, güçlü Türkiye’nin yaratılmasında gerçekten önemli bir adım olduğunu bilince çıkartamadılar. Demokratikleşme adına cup diye emperyalizmin kucağına oturmayı kabul eden ve üstelik “sol” olduğunu iddia eden kesimlere yönelemezken, Sezer’in AB yanlısı diye hedef seçilmesi garip kaçıyordu. Sezer AB yanlısı olabilir, ama bu hiçbir zaman yağmanın devamından yana olan kesimlerin çıkarlarıyla çakışacak biçimde hareket etmeyi gerektirmez. Şu anda önemli olan, ülkenin soygunculardan kurtulma çabası içinde bulunmasıdır. Son dönemde moda olan deyimle, ‘Türkiye bağırsaklarını temizliyor’. Barsak temizleme hareketinde iç dinamikler kadar dış güçlerin de etkili olduğunu kimse inkâr edemez. Ama ortada acilen çözümlenmesi gereken bir sorun vardır ve bu soruna ülkemizin daha fazla tahammülü yoktur. Hiçbir koşulda barsak temizleme hareketinin karşısında yer alınamaz. Sonuç olarak bu kesim, Demirel’in içi kof “Büyük Türkiye” sevdasına fazlaca kaptırmıştı kendini. Temizlik hareketi sürdükçe ve tahmin bile edemedikleri sonuçlarla karşılaştıklarında tutumlarından biraz geri adım attıklarını hissettirmeye başladılar.

    Sezer Anayasa Mahkemesi başkanlığı yapmış olmasına rağmen ideolojik ve politik yönleriyle pek tanınan biri değildir. Anayasa Mahkemesi’nin 37 ve 38 kuruluş yıldönümlerinde yaptığı konuşma aşağı yukarı ideolojik ve politik düşüncelerini ele vermektedir. Belli ki ABD’nin ortaya attığı uyduruk globalleşme politikasına ve AB’ne karşı olan biri değil. Yani Türkiye Cumhuriyeti’nin bulunduğu stratejik bölgenin avantajlarını, elindeki olanakları ve gücünü kullanmaya kalkıştığında büyük bir güç olarak varlık göstereceğini kabullenmeye pek yanaşan biri olmadığı anlaşılmakta. Ahmet Necdet Sezer daha çok bir ara dönemin, daha doğrusu Türkiye’yi sözde AB’ye hazırlama sürecinin Cumhur Başkanı da denile bilinir. Ama unutmamalıyız ki, AB ve ABD Türkiye üzerindeki çıkarları her zaman çatışmıştır ve çatışma halinde de kalacaktır. Türkiye ABD’ye girse bile, bu güçlerden biri diğerini Türkiye’den silip atamayacaktır. AB tamamen bitirilmiş ve teslim alınmış bir Türkiye’nin kabul edilmesini neredeyse şart koşmaktadır. ABD ise AB’ye karşı az da olsa ayakları üzerinde kalan ama kendisine sürekli muhtaç olan bir Türkiye’nin AB üyeliğini istemektedir. Çünkü böylece ABD çıkarlarının daha iyi korunacağını düşünmektedir. Son tahlilde her iki taraf da ayakları üzerine basan bir Türkiye’yi karşılarında görmek istemiyor. Bu durum gösteriyor ki, AB ile Türkiye’nin çıkarlarını çakışması oldukça zordur ve bu gidişle de pek çakışacağa benzememektedir. Gerek bazı işveren çevrelerde gerekse de halkta AB’ne karşı tepkinin güçlülüğü göz ardı edilemez. Süreç elleri ve ayakları bağlı, kayıtsız şartsız Avrupa’ya teslim olmak isteyenlerin lehine işlememektedir. Bu nedenle Sezer’in AB’ne girmede fazla bir rol oynayacağını söylemek pek abartılı olur. Aynı biçimde kısa vadede olmasa bile orta vadede Türkiye, ABD’nin de her istediğini yerine getiren bir ülke olmaktan çıkmaya aday bir konumdadır. Son dönem geliştirilen iç ve dış politikalar bunu alt yapısını hazırlamaktadır. Türkiye bugünkü atılımını sürdürürse ABD, AB, Rusya Federasyonu ve Çin arasında dengeli bir politikayla kendini güçlendirecektir. İsrail’e karşı alınan tavır ve Filistin’e açıktan destek verilmeye başlanması, Bağdat’a büyük elçi atanması, Balkan ülkeleriyle olan ilişkilerin düzeyi bunu açık örnekleridir.

    Bu noktada İMF ile olan ilişkilerle uluslararası alanda ABD ve AB’nin onaylamadığı siyasal yönelimler içine girilmesi bir çelişki olarak görüle bilinir. Doğrudur ve bu bir çelişkidir. Genel doğrulardan hareket edecek olursak, ekonomik alanda güçlü olan siyasal alanda da güçlüdür. IMF’nin Türkiye’nin kendi ayakları üzerinde hareket edecek tüm direnç noktalarını yıkmaya çalıştığı bir gerçektir. Tarımda bitirilmiş bir Türkiye ne sanayisini geliştirebilir, ne de mali, sosyal, genelde ekonomik alanda ciddi bir atılım içine girebilir. Dayatılan özelleştirmeler ülkemizi can damarından vuracak özelleştirmelerdir. Yani hemen her alanda savunma reflekslerimizi yok etmeye çalıştıkları bir gerçektir. Alınan siyasal kararlar, tutarlı ekonomik kararlarla desteklenmezse sonuçta kalıcı olmayacaktır. Neredeyse gelenekselleşmiş çarpıklıklarla devam edilemeyeceği ortadadır. Özellikle son yirmi yıldır izlenen ekonomi politikayla sonuçta böyle bir noktaya gelineceği, yani İMF dayatmalarına teslim olunacağı belliydi. Her yıl onlarca milyar dolar soyulan bir devletin başını vuracağı başka bir duvar yoktur. IMF’nin bugüne kadar hiçbir ülkeyi kurtardığı gözükmemiştir ve Türkiye’yi de kurtaramayacaktır. Hükümetin en büyük hatası, IMF’nin de içinde bulunduğu zafiyeti görerek hareket etmemesi, “koalisyon istikrarı” adına dayatıcı olamamasıdır. TBMM yasama yetkisi dahi IMF’ye verilmiştir. Sadece hükümet değil, aynı zamanda muhalefette bu hakkın devredilmesini onaylamıştır. Tüm bunlara karşın hükümeti siyasal kararlarda biraz olsun cesaretli kılan, Filistin-İsrail çatışması, Irak’ta Saddam iktidarının devam etmesi, Bakü-Ceyhan boru hattı projesi ve en önemlisi de Türkiye ekonomisinin tümden iflası karşısında IMF’nin artık itibarını ve önemini tümden yitirme durumuyla karşı karşıya olmasıdır. Ama tüm bu nedenler geçici, dönemsel nedenlerdir. Bir ülkenin güçlü olması, iç ve dış politikada doğru stratejik hedeflerin saptanmasından, kendi ayakları üzerinde kalacak planlı ekonomik uygulamalardan geçer.

    Böylesine kritik bir dönemde devrimci demokratik örgütlenmelere büyük görevler düşmekte. Çeşitli meslek örgütlenmelerinden sendikalara kadar tüm devrimci demokratik örgütlenmeler İMF dayatmalarını tersyüz edecek asgari müşterekte birleşerek ortak eyleme geçebilmelidir. Hatta esnafları ve tarım kooperatiflerini de içine alacak biçimde cepheyi geliştirme sonuç alma oranını çok daha yüksek kılacaktır. Geçmişte bu dayanışmanın başarılı örnekleri sergilenmişti. İşçi sendikaları merkezi bir rol yüklenirse yine de olumlu sonuçlar alınmaması mümkün değildir. Ama bazı sendikalar adeta İş ve İşçi Bulma Kurumu rolünü benzemeyi her nedense bir görev olarak kabul etmekte. İşsizlere iş bulmanın çabasını yürütmektedir. İşsizliği aşağı çekme iktidarın sorunudur. Kaldı ki İMF dayatmaları başarılı olursa sendikalı işçilerin de büyük bir çoğunluğu işsiz kalmayla karşı karşıya kalacaktır. Zaten bugünden on binlerce işçi işten çıkarılmıştır. Bu politikanın devamı işçi sendikalarını giderek daha güçsüz kılmaya yöneliktir. Sendikalı işçilerin haklarını koruyamayan bir sendikanın işsizlere iş bulma gibi bir garipliğin içine düşemez. Elbette işsizliği aşağı çekmek için sendikalar da bir çaba içinde olmalı ama bunu İş ve İşçi Bulma Kurumu’nun yükümlülükleri altına girerek değil. Sendikalı işçilerin iş güvenliği ve sosyal güvenceler vb. sorunları bile çözüm beklerken farklı noktalarda, adeta hükümetin uyguladığı İMF patentli politikaya şans tanıma gibi tavırlar içine girilmesi yadırgatıcıdır. Avrupa Birliği ile imzalanan tek taraflı gümrük birliği anlaşması karşısında takınılan vurdumduymaz tavır, AB aday üyeliği ve İMF dayatmaları sürecinde de devam ettirmektedirler. Yine sendikaların çalışanlar açısında olumsuz gidişe karşı destek isteyeceği tek yer, muhalefet diye anılan ve mecliste grubu bulunan partiler değildir. Zaten bunlardan biri, tamamen yüksek enflasyon koşullarının doğurduğu ve emperyalizmin “yeşil hat” projesinin bir ürünü olarak gürbüzleşen İslamcı sermayeye dayanmakta. Hatta İslamcı sermayenin yüzde doksanına varan bir kesimi tamamen kara parayla, yani yasadışı yollardan kazanılmış sermayeyle vücut bulmuştur. Diğeri ise, ülkede demokratik bir rejimin egemen olmasından çıkarı olmayan, devletin soyulmasını neredeyse gelenekselleştiren ve hırsızlığın örgütlü halde devam ettirilmesinde çıkarı olanlardır. Demirel ile yaşadıkları çelişki, geçici ve aynı kamplaşma içinde yer alanların paylaşımda içine düştükleri anlaşmazlıkların ürünüdür. Yoksa temelde herhangi bir farklılıkları yoktur. Enflasyon trendinin biraz aşağıya çekilmeye başlandığı günümüz koşullarında, bu her iki kanat da aslında ‘yer altına’ kaymış durumdadırlar. Yüksek enflasyon, yüksek faiz ve kağıt politikasının, yani yağma düzeninin devamı için ellerinden geleni yapmaktadırlar. Devlet içinde sahip oldukları bürokratlar ve yine malum tabela holdingler aracılıyla dış güçlerden de destek alarak suni savaş koşullarını egemen kılmanın gayreti içindedirler. Bu kesimler öylesine acımasız davranmaktadır ki, PKK’ ye, Hizbullah’a ve zamanında sol adına ortaya çıkartılmış diğer bazı küçük terör gruplarına tekrar işbaşı yaptırmak için yoğun çabalar içindedirler. Bunların, son dönemlerde Avrupa ülkelerinin bazı istihbarat örgütleriyle yeniden yoğun faaliyetler içinde girdikleri bilinmekte. Bu nedenle “vatanın bütünlüğü ve birliğinden her zamankinden daha fazla dem vurur olmuşlardır. Sonuçta bunlardan İMF dayatmalarına ve emekçi yığınların yaşam koşullarının iyileştirilmesi için yardım bekleme ciddi bir sendikacılıkla bağdaşmaz. IMF’nin tüm çabasının Türkiye’yi yirmi birinci yüzyıl teknolojik gelişmesinin dışında tutuma olduğu artık bir sır değildir.

    Globalleşmeyle birlikte genelde sendikal hareketlerde bir zayıflama olduğu bir gerçektir. Bugün Avrupa ülkelerinde işçiler kazanmış oldukları hakları kaybetme süreci içine girmişleridir. Hatta sosyal yaşamlarında gerileme her geçen gün daha belirgin hale gelmektedir. Avrupa’da sosyal devlet anlayışı neredeyse yok olmaktadır. Sanayileşmiş ve nüfusun yoğun olduğu kentlerde sendikaların karşısına taşeron firmalar çıkarılmaktadır. Genelde böylesi olumsuz gelişmeler, Türkiye’de işçi sendikalarını olumsuz yönde etkilemediğini iddia edemeyiz. Ama Türkiye’nin hemen her yönüyle farklılıklar taşıdığını da göz ardı edemeyiz. Bizde halen örgütlenme özgürlüğü, işçinin iş ve sosyal güvencesi yoktur. Demokrasi, insan hak ve özgürlükleri alanında bir adım bile ileri gidilmemiştir.  Uğruna mücadele edilmesi gereken daha çok haklar vardır. Bugün GSMH’den toplumsal kesimlerin aldığı paylar arasındaki uçurum veya kişi başına düşen milli gelirin oranı dikkate alınırsa, sendikalara düşen görevler de kendiliğinden ortaya çıkar. Ekonomik alanda yaşanılan çarpıklık aynı zamanda hırsızlığın, vurgunculuğun da boyutunu göstermekte. “Verdimse ben verdim” anlayışının aynasıdır.

 

MAYIS 2000

BAKI KARER

YEREL SEÇİMLER ÜZERİNE

  YEREL SEÇİMLER ÜZERİNE       Türkiye’de son yirmi yılda oluşan koşullarda yerel seçimlerle genel seçimler arasında bir fark kalmadı.  Aslı...